Cilt 1
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 1
Kıymetli Okuyucumuz,
Elinizdeki bu seri ile Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselamın mübarek hayatlarını anlatmaya çalışıyoruz.
Metin tekrar tekrar yazılıp gözden
geçirilerek nihai şeklini almıştır. Kitabı telifindeki bu titizliğe eş olarak
teknik cephesi ile de mükemmel hale getirmeye çalıştık.
Eser, çocuk, genç, yetişkin her yaştaki
insanın zevkle okuyup, rahatlıkla istifade edebilmesi için akıcı, berrak ve
şiirli bir üslubla yazıldıktan başka san'at eseri kıymetinde resimlerle
süslenmiştir. Resimlerde dini ölçülere aykırı bir tarf olmadığını hemen
hatırlatmalıyım.
Asırlardan beri Sevgili Peygamberimizin
hayatını mevzu edinen birbirinden üstün siyer-i nebi'ler kaleme alınmıştır.
Şüphesiz her mümin için en ileri ideal, beşer kudreti nisbetinde O'nu en güzel
şekilde anlatmaktır.
Kainatın baş tacının hayatını bugün de
tafsilatı ile bilmekte mutlak zaruret vardır.
O'na muhtaç ve O'na hasretiz.
Ebedi rahberimiz Sevgili
Peygamberimizdir.
Varlığımızı ve kurtuluşumuzu O'na
borçluyuz.
Allahü teala, bir hadisi kudside "Sen
olmasaydın, Sen olmasaydın hiç bir şeyi yaratmazdım" buyurmakta.
İslam uleması, "Muhammed aleyhisselam, dünya
yaratıldığı günden, kıyamet kopuncaya kadar gelmiş ve gelecek bütün varlıkların
her bakımdan en üstünüdür" değişmez hükmünü koymuştur.
İmam-ı Rabbani Hazretleri de "Müjdeci
Mektuplar" ismi ile türkçeye tercüme edilen Mektubat'ın birinci cildi
kırkdördüncü mektubunda şu haberi veriyor: "Bütün insanlığın en üsütün olan
böyle bir Peygambere inanan ve O'nun yolunda giden kimse, elbette Ümmetlerin en
iyisi olur. O'na inanmayan, O'nu anlamayan, kendileri gibi sanan insanların en
bedbahtıdır"
Hazırlayan ve okuyanların yüce
Peygamberimizin şefaatine kavuşmaları duası ile.
Enver Ören
Türkiye Gazetesi Sahibi
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
Yemen, Habeşistan Krallığına bağlı bir
valilikti. Kısa boylu, şekilsiz, hilekar ve ihtiraslı biri olan vali Ebrehe,
eyaletinde yaşayan arapların her sene akın akın Kabe'yi ziyaret için Mekke'ye
gitmelerine sinirleniyordu. Bu sebeple, bu koyu hırıstiyan, San'a şehrinde
devrin en namlı mimar ve ustalarına gayet süslü gösterişli büyük bir kilise
yaptırdı ve ismini "Kuleys" koydu.
Bunun ardından da Habeş Kralı'na mektup
yazarak arapların şimdiden sonra hac için ancak "Kuleys"i ziyaret
edebileceklerini; Mekke'ye gitme maksadıyla hiç kimseye izin vermeyeceğni zira
bu yüzden ülkesinin büyük maddi zararlara uğrıdığını bildirdi... Böylece kralın
da izin ve desteğini almıştı...
Ebrehe'nin kararı, az zamanda her tarafa
yayıldı... Böyle bir engelleme niyeti Yemen'li arapları fena halde
öfkelendirmişti. Nukayl isminde bir yerli, Kuleys kilisesine girerek orada
ibadet ediyormuş gibi üç gün-üç gece kaldıktan sonra kimsenin olmadığı bir
zamanda vurdu, kırdı, içeriyi harabeye çevirdi ve ihtiyacına yaparak kirletti ve
kayıplara karıştı. Ebrehe ağır bir hakarete uğramıştı.
Bir grup arabın kaza sonucu çıkardığı
yangınla kilisenin tahta bölmeleri de yanınca vali, iyice küplere bindi..
Ebrehe'nin intikam kararı işitilmemiş cinstendi..
Kabe'yi yıkıp yerle bir etmek, enkazı
fillerle Yemen'e taşımak ve Mekkelileri esir almak için dörtbin Fil ve üçyüzbin
Habeşliden kurulu ordusu ile harekete geçti.
Düşmanın, Mukaddes Kabe'yi yıkmak üzere
gelmekte olduğunu öğrenen Kureyşlilerin keyfi kaçmıştı. Bunun üzerine Mekke
Emiri Abdülmuttalib, içlere su serpici şu kısa konuşmayı yaptı:
-Ey Kureyş kabilesi; endişeye kapılıp,
huzurunuzu bozmayın!... Yemen ordusu gelip Kabe'yi yıkamaz; Kabe'nin sahibi
vardır. Onu koruyacağından şüpheniz olmasın. Ama ferman-ı ilahi böyle ise kim
mani olabilir?
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, o
günlerde gördüğü bazı rüyaları kendine göre tabir ederek böyle diyordu; ama
aslında O'nun da kalbi rahat değildi...
Bir müddet sonra Mekke çevresine gelen düşman
öncüleri, arapların koyun ve develerini alıp götürdüler. Götürülenler arasında
Abdülmuttalib'in dörtyüz seçme devesi de bulunuyordu.
Abdülmuttalib, düşmana elikolu bağlı teslim
olmak için Kureyşli yiğitlerle beraber silahlanıp, pusatlanarak cins arap
atlarına binip vakit kaybetmeden Sebir dağana çıktılar.
Dağda insanı hayret ve hayranlığa düşüren bir
olay meydana gelid.
Adem aleyhisselam'dan beri aziz
Peygamberimiz'in atalarının birinden diğerine geçe geçe en sonunda dedelerine
ulaşan "Muhammed nur", Abdülmuttalib'in alnında ayın ondördü gibi parlayıp ışık
saçmaya başladı. Öye ki bu parlak ışık aşağılarda gecenin karanlığana bürünen
Mekke'nin üzerine kadar yayılıyordu. Nurun alnında yine bütün güzellği ile
belirmesi üzerine, Abdülmuttalib, silah arkadaşlarına:
-Dönün! dedi. Şehrimize gidiyoruz. Zafer
bizimdir! Bu nur ne zaman alnımda işımışsa o dem düşmana
galip gelmişizdir.
Mekke önlerine gelmelerinden az zaman sonra
Ebrehe, beldeyi teslim alıp, Kureyşlileri yerlerinden, yurtlarından sürüp atması
için yardımcılarından biri komutasında asker gönderdi. Kureyş emiri
Abdülmuttalib'le yaptığı görüşmede O'nun heybetinden komutanın aklı başından
gitti, dili dolaştı ve olduğu yere yığıldı. Boğazlanan bir dana gibi
böğürüyordu.
Biraz sonra korkusu yatışan düşman komutanı,
kendini toparlayınca yeri öptü ve Abdülmuttalibe:
-Kureyş'in en üstünü olduğun besbelli. Buna
bütün kalbimle inanıyor ve şahid oluyorum, dedi...
"Mekke fatihi" olmak hayali ile gelen
Ebrehe'nin adamı, muhatabının nurlu yüzü ve ciddi halinden ürkmüştü. İşte şimdi
yerlere kapanmış vaziyette böyle konuşuyordu.. Hiç bir şey yapamadan askerleri
ile beraber yüzgeri edip oradan savuştular...
Abdülmuttalib, develeri istemek üzere
Ebrehe'nin konakladığı Taif'e gitti. Mağrur kumandana Kureyş reisinin geldiğini
haber verdiler. Ebrehe, Abdümuttalib'i görünce elinde olmayarak ayağa kalkıp baş
köşeye oturttu ve ne istediğini sordu. Abdülmuttalib:
-Adamların develerimi götürmüş; emir ver de
iade etsinler!..dedi. Ebrehe:
-Ben buraya Kabe'yi yıkmak için geldim!!! Bu
mes'ele üzerinde hiç durmuyorsun da develerini istiyorsun! şeklinde konuşunca
Abdülmuttalib, Valinin ne demek istediğini anlamıştı:
-Develer benim olduğu için istiyorum; Kabe
ise "Allah'ın evi"dir. Yüce Allah, O'nu düşmanın şerrinden muhafaza eder,
dedi.
Bu konuşmalar olurken Ebrehe'nin "Mahmude"
ismindeki ak renkli, en gözde fili oraya getirilmişti. Diğer filler öğretildiği
biçimde Ebrehe'ye bir takım bağlılık hareketleri yaptıkları halde bu hayvan
böyle davranışlara hiç yanaşmadı.
Ak fil, Abdülmuttabib'i görünce deve gibi
çöküp sevgi gösterisi yapmaya başladı. Filin hareketi şaşkınlık uyandırmıştı.
Bir müddet herkes konuşmayı unutmuş gibi sustu. Allahü teala, dile gelmesine
izin verince fil, açık bir ifade ile, Kureyş liderinde gördüğü "Son Peygambere
ait nur"a selam verdiğini söyledi...
Ebrehe, develeri sahibine iade etti; fakat
Abdülmuttalib'in "Mekke mallarının üçte birini verelim bizlerle uğraşmaktan vaz
geçerek geri dönün" teklifini kabul etmedi.
Teklifi reddedilen Mekke emiri, şehrine
dönerek, Kabe'ye geldi ve kapının kulpundan tutarak yaklaşan tehlike için yana
yana Allah'a yalvarmaya başladı. Düşman, Ebrehe'nin komutasında en önde meşhur
ak fil olduğu halde sırtlarına süslü ve pahalı kumaşlar atılı filler, hücuma
hazır askerlerle iyice Mekke'ye yaklaştı... Şehirde rahatsızlık son
noktadaydı.
Tam bu sırada hiç beklenmedik bir şey oldu.
"Mahmude" Mekke üzerine yürümüyordu. Halbuki Ebrehe, her harpte olduğu gibi bu
defa da büyük işler başaracağını ümid etmişti. Hayvanı döğmelerine, üstünde
değnekler kırmalarına, her yolu denemelerine rağmen adım
attırmadılar.
Yemen ordusu bu mücadelede iken gökyüzü
"Ebabil" denilen ve bu bölgede daha önce görülmemiş siyah renkli, yeşil boyunlu,
ufak gagalı, uzun ayaklı dağ kırlangıçları ile doldu. Kuşların gagaları ile
ayaklarında nohuttan küçük mercimekten büyük taşlar vardı ve her taştan bir
düşmanın ismi yazılışdı.
Kafileler halinde gelerek önce Kabe-i
Şerif'in etrafında uçup tavaf yaptılar, sonra düşmanı taş yağmuruna tutmaya
başladılar.
Kuşlar, taşı yukarıdan bıraktıça isabet alan
askerin tepesinden girip ayağından çıkarak onu hemen öldürüyordu. Hatta süvari
olanların atları ile beraber canı çıkıyordu.
İstilacı orduda müthiş bir bocgun başladı.
Etleri lime lime dökülerek ölüyor; Ebrehe de içlerinde olduğu halde perişan bir
vaziyette Yemen'e doğru kaçıyorlardı.
Fakat, düşmanı havadan takip ederek kovalayan
bu minik kuşlar, firarilerin de çoğunu öldürdü. Kaçanlardan bir kısmı yollarda
telef olmuş; kurtulanlar anca yemen'de nefe alabilmişti. Mağrur Ebrehe başşehir
San'a'ya varabildi ama cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Parmak uçlarından kan ve
irin akıyordu. Parmakları çürüyüp düştü ve bir müddet sonra yüreği çatlayarak
feci şekilde öldü.
Ebrehe'nin yardımcısı ise kaça kaça ta
Habeşistan'a gelmiş, olanları bir bir krala hikaye ediyodu. Kral:
-Bunlar ne biçim kuşlarmış ki hep seçme
askerleri öldürmüş? diye hayretini açıklarken bir kuş vali muavininin başı
üstünde dönmeye başladı.
-İşte, dedi adam, bu kuşlardan, bu
kuşlardan!.. Cümleyi yeni bitirmişti ki, o da bir Ebabilin attığı taşla oracıkta
öldü...
Binlerce asker ve Mahmude'den başka bütün
filler ölmüştü. Birkaç gün sonra insan ölüsü ve hayvan leşleri dayanılmaz bis
bir koku yaymaya başladı. Mekke yaşanmaz olmuştu. Bunun üzerine Abdülmuttalib,
Kabe'ye giderek Cenab-ı Hakka bu kokudan kurtulmak için dua etti.
Duanın peşinden öyle müthiş bir yağmur yağdı
ki ırmaklar gibi kabaran seller, ceset ve leşleri alıp götürdü.
Kureyş kabilesi, doğumuna iki ay kadar bir
zaman kala iki cihanın baş tacı Sevgili Peygamberimiz'in Allah katındaki eşsiz
hatırından dolayı büyük bir düşman tehlikesini atlattığı gibi, kaçan ordunun
geride bıraktığı mallara da ganimet olarak sahip olmuştu.
Ebrehe'den sonra iki oğlu yerine valilik
yapmışsa da bu saltanat, kısa sürmüş ve tacı tahtı batıp gitmiştir.
Araplar, bu vak'anın geçtiği tarihe "Fil
yılı" ismini vermiş ve Kureyş'in Allah indinde makbul olduğuna kanaat getirerek
bu kabileye ilişmemeye başlamıştı.
BÜYÜKBABA
Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühu ve resulüh
Şeybet'l-Hamd...
"Abdülmuttalib" diye bildiğimiz büyük babanın
asıl ismi.
Babası Haşim, O dünyaya gelmeden evvel bir
yolculuk sırasında Filistin'in Gazze şehrinde vefat etmişti. Doğduğu zaman saçı
bembeyaz olduğu için arapçada "ak saçlı" manasına gelen "Şeybe" kelimesinin
ilavesi ile ismini Şeybetü'l Hamd koymuşlar.
Meşhur ismi Abdülmuttalib, "Muttalib'in
kölesi" demek...
Kçük Şeybe, Medine'de annesi ile beraber
dayısında kalıyor. O'nu dayısının çocukları ile ok atar, gezip oynarken
görenler, alnının parlaklığını, halinin güzelliğini hemen farkeder ve başka bir
sülaleye mensup olduğunu anlarlardı.
Şeybe'nin hal ve tavrındaki üstünlük
Kureyş'in lideri amcası Muttalib'e haber verildi...
-Ah, dediler. Kardeşin Haşim'in oğlunu bir
görsene! Babasına olan benzerliğine şaşarsın. Aynı emsalsiz üstünlük, aynı
tarifsiz güzellik.
Muttalib, o güne kadar yeğenini hiç
görmemişti. Bir deveye binerek Medine yolunu tuttu. Medine'ye vardığında
Şeybe'yi kapılarının önünde çocuklarla birlikte oynuyor buldu, kimseye sormadığı
halde yeğeninin hangisi olduğunu bildi ve bir müddet yaşlı gözlerle çocuğu
uzaktan seyretti. Daha sonra bu anı tasvir eden dokunnaklı şiirler de
yazacaktır.
Muttlib, Şeybe'yi yanına çağırarak kendini
tanıttı. Ve O'nu sevip okşadı. Birlikte annesi selma'ya gittiler. Muttalip,
Şeybey'yi yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve onu sevip okşadı. Birlikte annesi
Selma'ya gittiler. Muttalib, Şeybe'yi de Mekke'ye götürmek üzere yengesinden
müsaade aldı...
Amca-yeğen uygun bir vakitte Mekke yoluna
koyuldular...
İşte Muttalip, devesinin üstünde, arkasında
da yeğeni küçük Şeybetü'l Hamd olduğu halde Mekke'ye giriyorlar. Deve, kaygısız
gözlerle sağı solu tarar, ahenkli adımlarla başı dik yürürken, Muttalip
tanıdıklarla selamlaşıyor. Az sonra terki deki çocuğu kasdederek:
Bu çocuk kim ya Muttalip? deniyor.
Merak ve samimiyet sebebi ile sorulan suale
Muttalip ne demeli?...
"Biraderimin çocuğu" dese "koca Mekke Reisi
yeğenini nasıl gezdiriyor!" diye dedikodu yapılacak. Bir kaç saniyelik
tereddütten sonra:
-Kölem, diyor dostlarına.
Şeybe bundan sonra, "Abdülmuttalip" diye
tanınmaya başlandı. "Muttalibin kölesi" yani. Gerçi Muttalip, kısa zaman içinde
öksüzün giyim kuşamını düzeltti; Şeybe'yi "yeğenimdir" diye takdim etti ama, O,
hep "Abdülmuttalip" olarak bilindi...
Abdülmuttalip misk kokulu.
Evet miskler gibi kokuyor. Alnında pırıl
pırıl Muhammedi nur, hayır ve bereket vesilesi. Ne zaman Mekke'de kuraklık olsa
rica ediyorlar; Abdülmuttalip'le birlikte Sebir dağına çıkılıyor. Yalvarma göz
yaşı ve sağnak sağnak yağmur.
Şeybetü'l Hamd sekiz yaşınna geldiğinde
Muttalip dünyasını değiştirdi ve O'nun yerine Abdülmuttalip, milletine emir
oldu.
Yüzkırküç yıllık ömründe herkes O'nu sevdi..
İnsanlar gönüllü olarak idaresine girrerdi. İran Kisrası hariç yabancı devlet
başkanları O'nun fazilet ve büyüklüğünü teslim eder ve hürmet duyarlardı.
Asrının en büyük devlet reisi kabul ediliyordu.
Bütün bu misk kokuların; bu iyilik ve güzel
hasletlerin sebebi Kainatın Efendisine ait nur...
İşte peygamberimizin dedesi bu! Hayatı ve bir
bir hakikat olan rüyaları ile O'nun geleceğini müjdeleyen insan...
Daha pek genç olduğu sıralarda, bir gün Kabe
yakınlarındaki evinde uyuyor; uyandığında halinde bir gariplik seziyor.
Erginleşmiş, daha bir güzelleşmiş ve gözleri sürmeli. Bir anda büyük değişme!..
Bir kahinden olayın izaha kavuşturulması isteniyor:
-Hemen evlenmelisin! Gök tanrısı böyle
istiyor, diyor kahin.
Abdülmuttalip, iki kere evlendi; ama olmayan
"gök tanrısı" istediği için değil. Cenab-ı Hak öyle takdir
ettiğinden.
ilk hanımından oğlu Haris dünyaya geldi. Ve
bundan dolayı O, "ebu Haris" künyesi ile anılır oldu.
Birinci hanımı vefat edince bu sefer Fatma
binti Ömer ile izdivaç etti...
Abdülmuttalip, yine bir gün odasında iken ani
bir uyku bastırması ile uyuyakaldı. İçinden çok şey saklı olan müthiş bir rüya
görüyor. Uyandığında rüyanın derinden derine tesirinde. Sarsılıyor... Ne dese
nasıl yorumlasa acaba? En iyisi yine bir kahinin kapısını çalmak. Cinlerle bilgi
alışverişindeki bu kahinler, kendilerine has usullerle gelecekten haber
veriyorlar... Abdülmuttalip anlatıyor; sabit bakışlı donuk ve soğuk yüzlü,
gramla konuşan, tebessüm nedir bilmeyen kahin dinliyor.
Belimden bir beyaz zincir çıktı. Bir ucu en
doğuya bir ucu en batıya, bir ucu gökyüzüne, bir ucu yerin dibine uzanıyordu.
Şaşkın bir halde zincire bakıyordum ki bu kere de yeşil bir ağaç oldu. Zincir
ağaç haline gelmişti. Dünyada kaç türlü meyve varsa hepsi bu ağacın dallarından
sarkıyordu. Ağaç aynı zamanda nur fışkıran bir ışık seli. Işığı, güneşi bile
bastırıyordu. Araplar ve arap olmayanlar bu ağaca secde ediyordu. Giderek ağacın
parlaklığı daha da çoğaldı. Kureyş kabilesinden mbir cemaat ağacın dallarından
tutundular.Bazı Kureyşliler ise ağcı kesmek için bir araya geldiler.
Birden ortaya çok güzel yüzlü bir insan
çıktı. Bu kadar güzel simalı birini hiç görmemiştim. Bu güzel insan, ağacı
kesmek isteyenlerin gözlerini çıkardı. Ağacın nurundan almak için elimi
uzatırken güzel adama da:
-"Bu ağacın nuru kime kısmet olur?" diye
sordum.
-"Kim bu ağacın dallarına yapışırsa ona!"
dedi.
-"Siz kimsiniz" dedim.
Biri:
-"Benim ismim Nuh'dur" dedi.
Öbürü:
-"Benim ismim de Halil İbrahim'dir"
dedi.
Sonra da?
-"Ey Abdülmuttalib, bu ağç o kadar mübarek, o
kadar şereflidir ki, kandan kana geçerek baba ve dedelerinden sana kavuştu
haberin olsun..." dediler.
Abdülmuttalip, rüyasını anlatıp bitirdiğinde
kahinin benzi sarardı, yüzü daha kasvetli bir hal aldı. Demek ki korktukları
zaman geliyordu... Bir müddet sustuktan sonra zor işitilir bir yavaşlıkla rüyayı
tabir etmeye başladı:
-Neslinden bir büyük insan gelecek ve O'nun
kurduğu nizam ebedi olarak yaşayacak... Nuh Peygamberin görünmesi şuna delalet
ediyor; O zata karşı gelenler Nuh ümmetinin asileri gibi bela denizinde
boğulacaktır..
İbrahim Peygamber ise bir müjdeye işarettir.
O'na tabi olanlar, Allahın "dostum" dediği İbrahim Peygamber'in sevdiklerinden
olurlar.
Peygamberimizin babaannesi Fatıma binti Ömer,
Abdullah'a hamile kalınca, "nur" büyükbaba Abdülmuttalib'ten Fatıma'nın alnına
geçti. Bundan da Abdullah doğunca O'nun güzel alnına taşınacaktır...
ZEMZEM KUYUSU
La ilahe illallah, Muhammedün
Resulullah
Mekke ve çevresinin idaresi İsmail
aleyhisselam'ın vefatı ile oğlu Sabit'e kaldı. Sabit'in ölümünden sonra halk
arasında bölünmeler meydana geldi. Mücadeleler Cühümiler kabilesinin üstünlüğü
ile bitti. Ancak bir zaman sonra iktidara sorumluları, adaleti ve tarafsızlığı
terkederek zulme sapmıştı. Milletin malını bile elinden almaya aklkışan
Cürhümilerden dolayı gün geldi şikayet ve feryatlar ayyuka çıkmaya başladı.
Haksızlıklar dayanılmaz ölçülere varınca; ismail Peygamber nesli, terkrar
derlenip toparlandı ve yapılan bir savaşta Cürhümileri mağlup etti. Yenik taraf,
aman dileyince eşyalarını alıp asıl vatanları olan Yemen'e gitmelerine izin
verildi... ancak iş başında iken zulüm yapan ve bu yüzden beddua alan bu kabile
mensupları, az bir zaman sonra bulaşıcı bir hastalığa yakalanarak teker teker
ölüp gittiler.
Cürhümiler, aman dileyip beldeyi İsmail
Peygamber soyuna teslim etmeden hemen önce ve son an ve son dakikada huyları
icabı bir kötülük işlediler. Yabancı devletlerden mbirinin hediye ettiği altın
mbir ceylan heykeli ve kılıç, kalkan, gürz, zırh... gibi Kabe hazinesine mahsus
kıymetli eşya namına ne var ne yoksa hepsini zemzem kuyusuna doldurdular ve
ağzını taş toprakla akapatarak yerini belirsiz hale getirdiler. Herhalde dönüp
Mekke'yi geri alacaklarını düşünüyor ve bu sebeple hazinenin ele geçmemesi için
böyle hareket ediyorlardı.
ismail aleyhisselam evladı, nihayet Mekke ve
civarında hükümran oldu ama hafızalardan silinen bullur sulu zemzem kuyusu
kaybolup gitti. Mekke ve Kabe, asıl sahiplerine dönmüştü.. Şifa pınarı zemzem
ise kimbilir kaç yıl gözlerden saklı, besmeleli mü'min ağızlara hasret, için
için kaynayıp duracaktı?
Cürhümilerin yığdığı taş, toprak senelerin
geçmesi ile katmerleşti ve altta kalan ilahi armağanı gözlerden büsmütün
sakladı. Bu şartlarda canlara can katan zemzemin yerini bulmak mümkün değildi...
yalnız bu imkansız zannedilen aklın çerçevlediği sebep-sonuç münasebetine göre.
Ya aklı aşan sebepler, aklın kavuşamadığı bölge?.. Allah, isterse hangi imkansız
gerçekleşmez ki?
Zaman bir müjdeye, toprak, sökmesi yakın
bahtlı şafağa hazırlanıyordu... Mekan, ilahi fermanla, gelmekte olan "Adı güzel
kendi güzel Muhammed" aleyhisselam için yeniden donatılıyordu...
-Ey Abdülmuttalip, kalk ve zemzem kuyusunun
üzerinde taş toprak ne varsa kaldır!..
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, Kabe'ye
komşu olan evinde uyurken bu hitap üzerine yatağından korku ile doğruldu. Bir
müddet gördüğü rüyanın ne manaya geldiğini sökmeye çalıştı; fakat bir şey
anlamadan yeniden uyudu. Ancak rüyadaki ses, emri tekrarladı. Yine uykudan
sıçradı. Zihninde izaha kavuşturulmayan sorular birbirini takip ediyordu.. Buna
rağmen uyumaktan başka çaresi yoktu. Ses, emri üçüncü defa verince gördüklerini
yorumlatmak için kalkıp Kureyş'in tanınmış tabircilerine gitti ve olanları
anlattı. Bu kişiler:
-Rüya rahmani ise yine görürsün,
dediler.
Aradan bir iki gün geçtiği halde
Abdülmuttalib, o garip rüyayı bir daha göremedi. Bundan dolayı merak ve üzüntüsü
günden güne artıyordu:
-Acaba rüya rahmani miydi, değil
miydi?
Zihnini günlerce bu soru meşgul etti. Nihayet
bir gün rayayı ördüğü odada uykudan önce ellerini kaldırarak:
-Ey merhametli Allahım! Bu rüyanın sırrını
neler yapmam gerektiğini bana bildirmeni diliyorum, diyerek can evinden yalvardı
ve az sonra uyuya kaldı.
Abdülmuttalib'in isteği, bütün zamanların ve
bütün mekanların en üstünün hürmetine kabul olmuştu. İşte aynı ses...
-Ey Abdülmuttalib kalk ve zemzem kuyusunu
ortaya çıkar!
Abdülmuttalib:
-Zemzem suyu nedir?
-Cebrail'in ayağını vurduğu yerden çıkmıştır.
Peygambere ait bir mucizedir. Dünyanın dört tarafından gelecek hacılara yetecek
kadar bereketlidir. Zemzem'den içen susuzlar kanar, açlar doyar,hastalar
iyileşir.
Kuyunun yerini bulmam için bir iz, işaret var
mı?
-Mescid-i Haram'a yakın iki put vardı.
Kafirler, bu putlar uğruna hayvan kestiklerinde işkembesini çukurca bir yere
dökerler. Sen orada iken kırmızı gagalı bir karga gelecek ve işkembe artıklarını
yemek için toprağı gagalayacaktır. Az sonra gagalanan yerin altından bir de
kanrınca yuvası çıktığını göreceksin... İşte orası zemzem kuyusunun
ağzıdır.
Sabah olduğunda Abdülmuttalib, doğruca
putların bulunduğu yere gitti. Biraz sonra puta tapanlar gelip tanrıları için
kurban kestiler ve işkembe ve barsakları rüyada tarif edilen yere attılar.
Derken kırmızı gagalı karga göründü ve yeri gagalamaya başladı; az sonra karınca
yuvası da ortaya çıktı. Her şey aynen rüyadaki gibi gençekleşmişti. O halde
olanlar hayırlı ve rüya doğru idi.
Oradkiler uzaklaşınca sevgili Peygamberimizin
sevgili dedesi, rüyada söylenen yeri kazmaya başladı.
Kazı işi biraz ilerlemişti ki haberi alan
Kureyşli müşrikler oraya koştu:
-Biz, taptığımız putların yanına kuyu
kazdırmayız! diyerek Abdülmuttalib'e mani olmak istiyorlardı. Bir sürü münkir
içinde kalan Abdülmuttalib, yaptığı işin büyüklüğünü anlatmaya
çalışıyordu:
-Bu, öyle her hangi bir kuyu değildir. Bu,
ilahi kıymet taşıyan suya "Zemzem" denir. İsmail Peygamberin
yadigarıdır.
Putperestler, fena diş biliyorlardı. Ne var
ki kaba kuvvet gösterileri sökmedi; Kureyş'in bu soylu insanını bir adım şöyle
dursun, bir ayak boyu bile geriletemediler. Bunun üzerine kuyuya ortak olmak
istediler; bu telifleri de reddedildi.
-Öyle ise, dediler, ünü bütün ülkeleri tutmuş
aklı ve ilmi hepimizce kabul edilen Şam kahihine gidelim; ihtilafımızı
anlatalım, vereceği karara her iki taraf da uysun!
Abdülmuttalib, bu hal tarzına "Peki" dedi.
Bunun üzerine her kabileden bir temsilci ve Peygamber efendimizin dedesi
develere binerek Şam yoluna düştüler... Mevsim yaz, hava sıcak. Güneş,
kavurdukça kavuruyor. Çöller, avını yutmaya hazır alev dilli ejderha.
Şam yolcuları bu manzara kum denizlerini
aşmaya çalışıyor. Ne var ki geride kalan mesafelerle beraber su ve her türlü
serinletici nesne tükenmiştir. Nihayet Nihayet öfkeli çöller bu cür'etli
yolcuları teslim aldı.
Dermansız kalan dizler çözüldü ve oldukları
yere külçe gibi yığıldılar. Saniyeler, saat gibi uzun ve geçmeyen cinsten.
Sadece dudaklar değil, belki diller de yol yol çatlamış. Kimsede suya dair bir
ümid yok. Olması da mümkün değil.
Ancak bu halde ne vakte kadar beklenecektir?
Abdülmuttalib:
-Böyle durmakla elimize hiç bir şey geçmez!
Az daha gidelim. Rabbimden ümidli olalım; olur ki su buluruz, dedi.
Çökmüş olan develere nerede ise sürünerek
bindiler. Hayvanların sırtında bile zor duruyorlardı. Henüz hareket etmişlerdi
ki, o şanslı deenin devesinin ayağı bir taşa takıldı ve yerinden söküp attı...
Tablo inanılacak gibi değildi. Devenin çıkardığı taşın yuvasından tatlı ve serin
bir su akıyordu.
Sudan kana kana içip kablarını doldurdular ve
ölümün eşiğinden yeniden hayata döndüler. Bir farkla ki kabile temsilcileri
sadece hayata dönmemiş, ezik ve mahcup olarak Şam yolunda da geri
dönmüşlerdi.
Bu inanılmaz vak'ayı hep birlikte yaşayan yol
arkadaşları Abdülmuttalib'e:
-Ey Abdülmuttalib, o kuyuyu kazmak senin
hakkındır. Bunu geç de olsa anladık Kimse mani olamaz. Dönelim herkes işine
baksın! Demek zorunda kaldılar ve hep beraber Mekke'ye geldiler.
Abdülmuttalib, kuyuyu kazmaya, kaldığı yerden
devam etti. Zemzem kuyusunu tekrar ortaya çıkarma işinde yalnız oğlu Haris'ten
yardım görüyordu. Bu sebeple Cenab-ı Hak'tan Haris'ten başka kendisine on oğul
daha vermesini diledi:
......
Abdülmuttalib'in bu duası kabul olmuş erkek
evlat sayısı zamanla onbiri bulmuştu.
Oğulları ile beraber kuyuyu kazan
Abdülmuttalib, yıllar sonra zemzem suyunu ve Cürhümilerin kuyuya doldurduğu
hazineyi buldu. Kureyşliler bu defa da:
-Kuyu, dedelerimizin mirası; içinden çıkanlar
bizimdir, diye direttiler.
Abdülmuttalib:
-Siz bu kuyuyu kazarken bana yardım etmeyip
bilakis zorluk çıkardınız. Şimdi hangi hakla mirasçılık iddia ediyorsunuz?
diyerek onları azarladı veilave etti, bununla beraber, "Kur'a çekelim, hangi mal
kime çakırsa onun olsun" dedi.
Kılıç, kalkan gibi savaş malzemelerini bir
tarafa, altın ceylanı bir tarafa ayırdılar ve Kabe-i Şerif, Kureyşliler ve
Abdülmuttalib adına kur'a çektiler.
Altın Ceylan Kabe'ye, harp aletleri
Abdülmuttalib'e çıktı. Kureyşlilere bir şey isabet etmedi.
Altın ceylanı Kabe kapısına astılar; uzun
yıllar, kapıda asılı kaldıktan sonra bir gece Ebu Leheb sarhoş iki arkadaşıyla
gelip heykeli çaldı ve götürüp sattı.
Zemzem kuyusunu bulmak Abdülmuttalib'in şan
ve şerefini daha da yükselmişti.
Zaman, ırmaklar misali büyük müjdeye doğru
akıyordu.
KURBANLIK
Rahmetim gazabımı geçmiştir.
Hadis-i Kudsi
Zemzem kuyusu çetin ve uzun mücadelelerden
sonra tekrar Kabe'ye ve ziyaretçilere kazandırılmış; ceddi İsmail Peygamberin,
hatırasını yok olmaktan kurtarıp şenlendirdiği için Abdülmuttlib'in şan ve
şöhreti dört bir tarafı tutmuştu ama... bir şey unutulmuştu... bir vaad... bir
söz!...
Taşlanmış toprağı kazma kürekle yenip suya
varmak için uğraşmaktan mecalinin tükendiği bir anda Abdülmuttalib, ellerini
açıp yüce Allah'a yalvarmıştı:
-Ya Rabbi! Bana on erkek çocuğu daha verir de
onlarla birlikte kyuyu kazabilirsem oğlumun birini sana kurban
edeceğim...
İsmail aleyhisselama tabi bir mü'min olan
Abdülmuttalib'in duası kabul olmuş; lakin aradan geçen uzun seneler sebebiyle
söz unutulmuştu...
Fakat!...
Duyan, gören, bilen ve unutmak gibi her çeşit
kusur ve eksiklikten uzak olan Allahü teala, kulunun vaadini
unutmamıştı.
.....
Abdülmuttalib, bir gece rüyasında bir adam
gördü. Adam, emreden bir eda ile:
-Ey Abdülmuttalib, kurban sözüne sadakat
göster! dedi.
Abdülmuttalib endişe ile uyanır uyanmaz hemen
bir koç kurban etti; sonra yattı. Gözlerini yumar yummaz rüyada yine bir takım
insanlar, emri tekrar ediyorlar:
-Koç'tan daha büyük kurban
kesmelisin!
Hemen kalkıp bir sığır kesti ve uyudu; ancak
rahat bırakılmıyor:
-Daha büyük bir şey kurban eyle!
Bu sefer bir deve kurban etti. Yine yattı.
Rüyada bir nida:
-Ey Abdülmuttalib, daha büyük kurban
kesmelisin! Abdülmuttalib, hala sözünü hatırlayamamış, "büyük kurban"dan neyin
murat edildiğini bir türlü anlayamamıştı. Sordu:
-Daha büyük olan ne ola ki?
-On oğlun oldu. Zemzem kuyusunu bulmakla
maksadın gerçekleşti. Şimdi oğullarından birini kurban et. Böyle söz vermiştin;
vaadini yerine getir!...
Abdülmuttalib, yataktan fılarcasına kalktı.
İstırabı o kadar büyük, o kadar derin, kendisi o kadar şaşkındı ki, ne
yapacağını, ne edeceğini bilemiyordu. Evet; vaadini hatırlamıştı... şimdi başı
iki elinin arasında düşünüyordu. Söz... Allah'a söz verilmiş; Yüce Allah, O'na
evlatlar ihsan etmişti. Tıpkı İbrahim Peygamber gibi O'nun da nezrine uyması
isteniyor, rüyada sürekli olarak ikaz ediliyordu.
Ahde vefa gösterilmeli; söz muhakka yerini
mulmalıydı. Ya can parçası, göz nuru evlad?
Başka ihtimal yoktu. Her şeyi yoktan varedene
oğlunun birini iade edecekti... bağrına taş bastı ve yavrularını uyandırdı.
Meseleyi yavaş yavaş, alıştıra alıştıra onlara söylüyordu.
Delikanlılar:
-Baba, dediler, ister birimizi istersen
hepimizi kurban et; biz emrinizdeyiz. Sen üzülme yeter!
Gençler, böylece detli babaya teselli ve
destek oldular; O'na cesaret verdiler.
Mustarip baba, bu tarifsiz fedakarlık
karşısında gözyaşlarını gizleyerek, oğullarına, her birinin ismini bir ok
üzerine yazıp getirmelerini söyledi...
Az sonra yazılı oklar gelmişti. Abdülmuttalib
ve oğulları adete göre kur'a çektirmek için okları gece gündüz Kabe'yi bekleyen
Kabe muhafızına götürdüler.
Yapılan çekilişte kurbanlık isim belli oldu:
Abdullah!... Abdullah! Yani, Abdülmuttalibin en çok sevdiği, bütün o çevrenin
gözünün üstünde olduğu oğul. Alnında ahir zaman Peygamberine ait nurun Ülker
yıldızı gibi parladığı oğul!... Allah, öyle takdir etmiş; kur'a bu yüksek
yaradılışlı evlada isabet etmişti. Girilen yoldan dönüş olamazdı; Abdullah
kurban edilecekti!...
Abdullah, Abdülmuttalibe, Abdülmuttalib,
ilahi emre; her ikisi insana kendinden daha yakın, öz anne babasından daha
merhametli yüceler yücesi Allah'a teslim olmuştu. Sır da burada olmalıydı... Zor
bir anında Rabbine iltica etmiş, O'ndan yardım instemiş karşılığında bir söz
vermişti. Abdülmuttalib, şimdi ölçüyü aşan vaadinden dolayı imtihana çağırılyor
ve böylece insanların ölçü içinde kalmaları hangi şartlarda olursa olsun haddini
aşmamaları ihtar ediliyordu... Ya Abdullah?
İnsan, cin, melek, ve bütün mahlukların...
yaşamış, yaşayacak ve yaşayan her canlının en üstününe baba olacak bir insanın
hem de genç yaşta imtihanların en zoru ile; canını feda etme kahramanlığı ile
tecrübe edilmesi... O'nun mevkii buydu ve teslimiyeti ile bu kahramanlığı isbat
ediyordu. İşte babası Abdülmuttalib, bir elinde parıl parıl parlayan keskin bir
bıçak, bir elinde oğlunun bileği, iki yanda Abdullah'ın anne ve kardeşlerri
kurban kesme yerine gidiyorlar.
Kureyş kabilesi "Abdullah'ı babası kurban
ediyor" haberi ile çalkalanıyor. Herkes iliklerine kadar donmuş ve şaşkın.
Şaşkınlığı ilk yenip kurban yerine yetişen Abdullah'ın annesinin akrabaları olan
Beni Mahzum oğulları. Ve onları takiben Kureyş büyükleri. Abdülmuttalib'e
muhalefet büyüyor:
Eğer böyle bir kurban kesilirse, çok kötü bir
geleneğe yol açılır. Herkes olur olmaz yere çocuğunun boğazına bıçağı dayar.
İffeti ve güzelliğinden başka konuşması bile kardeş ve akranlarından daha üstün
olan bu çocuğa yazık olur, şeklinde izahlarla Abdülmuttalibi iknaya
çalışıyorlardı...
Uzun tartışmalardan sonra meseleyi Hicaz'da
oturan meşhur Kahin Şüca'ya götürmeye ve O'nun diyeceğine uymaya karar
verdiler.
Bunun üzerine Abdülmuttalib ve şahıha katılan
birkaç kişi Hicaz'a giderek tanınmış Kahini buldular. Kahin:
-Sizde bir insanın diyeti kaç devedir? diye
sordu.
-On devedir, dediler.
-Öyleyse Abdullah'ın bedeli olarak deve
kurban edeceksiniz... Bunun için de Abdullah'ı bir tarafa, on deveyi bir tarafa
koyarak kur'a çekin. Kur'a develere çıkarsa bunları kesersiniz. Abdullah'a
çıkarsa, develere on tane daha ilave ederek kur'a çekmeyi yenileyin. Yine
Abdullah'a çıkarsa bir on deve daha ilave edin. Böylece kur'a develere isabet
edene kadar onlu ilaveler yaparsanız, dedi ve gelenleri memleketlerine geri
yolladı.
Onlar gele dursunlar. Mekkelilerde heyecan
son noktasında. Nihayet beklenen yolcuların ufukta belrdiğini gözetleyiciler
haber verdi...
Kahinin buluşu Mekke'nin putperest,
hıristiyan, yahudi, İbrahim ve İsmail Peygamber dinine mensup bütün kabile ve
mensuplarını sevince boğdu...
Meraklıların önünde ve bir tarafta gözlerin
bakmaya kıyamadığı Abdullah, bir tarafta dünyaya metelik vermez tavırlar ile
sakin sakin geviş getiren develer olduğu halde Kur'a çekmeye başlandı. Ne var
ki, her defasında kur'a Abdullah'ı gösteriyor ve on deve ilavesi ile çekim
tekrarlanıyordu... ta onuncu defa kur'a çekilene kadar. Onuncu çekilişde kur'a,
sayıları yüze varan develere isabet etti...
Herkeste sevinç, taşkınlık... Fakat,
Abdülmuttalip ağır başlı ve temkinli; kur'ayı bir kere daha yeniledi; evet bunda
da kur'a develere çıktı. Gönlü rahatladı, sırtından koca dağlar kalktı Rabbine
şükretti.
Hemen oracıkta yüz deve bir biri ardısıra
kurban edildi. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar günlerce bu etlerle
geçindiler.
Böylece Abdülmuttalib ve Abdullah
yeryüzündeki büyük değişikliğe az bir vakit kala imtihandan yüz akı ile
çıktılar.
Bundan sonra Abdullah "zebih" yani
"kurbanlık" lakabı ile çağrıldı. Nitekim İsmail aleyhisselam da benzeri bir
hadiseyi yaşadığından O'na da "Zebih" denmişti. Bunun için azizler azizi sevgili
Peygamberimize "İbnü'z-Zebihayn", "iki kurbanlığın oğlu" denilmiştir.
BABA
Ve maerselnake illa rahmeten
li'l-alemin
Biz seni alemlere için ancak rahmet olarak
gönderdik.
(Enbiya suresi 107 ayet'den)
Büyük baba Abdülmuttalib'ten büyük anne
Fatıma'ya geçen emanet O'ndan da Abdullah'ın alnına gidecek; bir zaman da orada
parlayacaktı...
İncil'e tabi olanlar, Fatıma'nın Abdullah'a
hamile olmasından beri pür dikkat doğum haberini bekliyorlardı... İşte şimdi
mesafeden mesafeye uşuşan bu haberdi:
-Son Peygamberin babası dünyaya
geldi!...
Haberi dört bir yana salan
hırıstiyanlardı.
Doğum yaklaştıkça heyecanları artmış ve
nihayet Yahya Peygamber'in mucuzesi gerçekleşmiş, kan şıp şıp damlamaya
başlamıştı.
Yahya aleyhisselam, Yahudiler tarafından
şehid edildiğinde aziz şehidin üzerinde bir cübbe bulunuyordu. Cübbe, İsa
Peygamber'in dinini devam ettirmek istediği için canına kıyılıp parça parça
edilen Yahya aleyhisselamın kanı ile ıpıslak olmuştu. Bundan dolayı daha sonra
hatıra olarak saklanmış; zaman, kırmızı kan lekelerini sildiğinden geriye sadece
solğun izler kalmıştı.
"-Hırkadan taze kan damladığı an ahir zaman
Peygamberi'nin babası dünyaya gelmiş olacaktır..."
Kitapları böyle diyor, ve bu sebeple doğum
yaklaştıkça müstesna hatıra üzerindeki dikkatleri daha da
artırıyordu.
Günü geldiğinde mucize aynen gerçekleşti... O
solgun izler, yeniden taze kan lekeleri halini almış; hırka şehidin üzerinden az
evvel çıkartılmış gibi sıcak damlalar süzülüp süzülüp düşmeye
başlamıştı...
Ortalığı çınlatan bu haberdi. Onlar, buna
rağmen; akla durgunluk veren bu mucizeye rağmen, Abdullah'ı çocukluğunda, ilk
gençliğinden, gençliğinde değişik zaman ve farklı mekanlarda türlü hile ve
tuzaklarla öldürmeye kalkıştılar... Maksat O'nun; O saadet Sultanının gelişine
engel olmak. Gariplik, çalgınlık tuhaflık işte burada. Bu idraksizlikte, bu akıl
kısalığında, bu beyin mahrumluğunda:
Allahın sevgilisinin zuhuruna sed
çekmek!...
Hırıstiyanı, Yahudisi, putperesti,
ateşperesti... Milyonu, milyarı bir araya gelse kaderin ebediyete giden
yollarını değiştirmek kimin elinde ve kimin haddine? Kıskançlıklar para
etmeyecek. Hakikat güneş gelecektir.
Bunun için Abdullah ilahi
himayede...
Abdullah, büyüdükçe aklı aşan sıra sıra
olaylar
Rüya aleminde mi yaşıyor, hakiketle mi yüz
yüze, nedir bu gördükleri, başına gelenler, içinde bulunduğu hal?
Sırrını babası Abdülmuttalib'e
açıyor:
-Babacığım garip vak'larla
karşılaşıyorum.
-Ne gibi? -Bir yere gidecek olsam yolda
belimden bir nur çıktığını ve bunun başımın üstünde toplanarak bulut haline
geldiğini görüyorum.
-Seni yakıcı güneşten koruyor...
-Ne zaman, nereye otursam, toprak bana selam
verdikten sonra ilave ediyor: "Ey Abdullah, haberin var mı, Muhammed
aleyhisselamın emanetini taşıyorsun!"
-Nuru kastediyor...
-Kurumuş, hayat izi kalmamış bir ağacın
altında dinlenecek olsam o kupkuru ağaç az sonra zümrüt gibi yemyeşil oluyor.
Biraz uzalaşınca geriye dönüp baktığımda yine eskisi gibi kurumuş olduğunu
görüyorum. Babacığım nedir bu hal, ne oluyor; anlamıyorum?
Ey oğlum, sana müjdelerin en güzeli
olsun!..
İnsanların ve cinlerin efendisi; canlıların
ve cansızların Peygamberi senin canından, senin kanından dünyaya gelecektir.
Anlattıkların buna delalet ediyor. Ben de benzeri birçok fevkalade hadiseyi
yaşadım. Onlar da aynı haberin müjdesiydi. Hayırlı olsun! Seni bir değil, bir
kere tebrik ederim evladım.
Sana olan muhabbetim boşuna
değilmiş...
Abdullah artık delikanlı.
Ancak o, diğer gençlerden ne kadar
üstün.
Ahlakı daha güzel; güzelliği apayrı ve çok
farklı.
O'nun tavrında, onun halinde, onun
güzelliğinde ikinci bir genç bulmak mümkün değil.
Bu özellikleri ağızdan ağıza yayıldıkça
yayılıyor. İşitenler büyülenmiş gibi hayran. Padişahlar, krallar,
Abdulmuttalib'ten kızlarını Abdullah'a alması için araya hatırlı ricacılar
koyuyor. Abdulmuttalibin huzuruna kadar gelen; hatta teklifinde ısrarlı olnlar
bile var.
Abdullah, yirmi yaşına girdiğinde yüzünün
güzelliği öyle arttı ki, görenlere Yusuf aleyhisselam'ı
hatırlatıyordu.
Alnındaki nur sanki bir güneş
olmuştu.
Harikulade olaylar devam ediyor. Eskaza
Abudllah putların yanından geçse, onlardan bir ses:
-Ey Abdullah, sakın bize yaklaşmayasın! Sen
yüksek şan sahibi o emsalsiz insanın nurunu taşıyorsun. O son Peygamberdir. Bize
tapan bedbahtlar O'nun eliyle cezasını bulacaktır!..
Peygamber efendimizin dünyaya geleceklerine
az zaman kaldığını kahinlerinden haber alan Şam Yahudileri, peygamberlik
İsrailoğullarından gidecek diye karayaslara battılar. İçlerinden yetmiş genç
Mekke'ye gidip Abdullah'ı öldürmeden geri dönmeyeceklerine and içtiler ve
silahlanıp yola düştüler...
Ne gece dediler, ne gündüz. Hırsla ve bilene
bilene uzunca bir zaman sonra Mekke yakınına vardılar. Pusudalar. Maykuş gözleri
ile çevreyi tarıyorlar. Günlerce bıkmadan, yılmadan, ortaya çıkmadan
beklediler.
Bir gün kolladıkları an gelip attı. Ava
gitmek için şehir dışına çıkan Abdullah işte şuracıktaydı. Kılıçlarını sıyırıp
peşine düştüler.
O esnada tesadüfen orada avlanan biri daha
vardı. Aynı zamanda Abdullahın akrabası olan Veheb bin Menaf.
Veheb, yahudileri güneş vurdukça parlayan
kılıçlarla Abudullahın peşinde görünce niyetlerini hemen anladı ve arkadaşları
ile birlikte onların önünü kesmeye karar verdi. Ancak kendileri birkaç kişi ve
hazırlıksız; yahudiler kalabalık ve silahlıydı. Bu sebeple "acaba kavgaya
tutuşsak mı, yoksa var geçmeleri için dil mi döksek?" diye aralarında
tartışıyorlardı ki müthiş bir ses patlaması ile ürperdiler. Gök ikiye ayrılmış
gibi kopan gürültünün ardından yeryüzüne yalın kılıç atlılar iniyordu. Yağız
atların bu amansız suvarileri katil niyetli yahudilerin önüne geçilmez sıra
dağlar gibi dizilip düşmanın hamle etmesine bile zaman bırakmadan bir anda
hepsini biçti ve işleri bitince de lahzada kaybolup gittiler.
Veheb ve yanındakiler yalnız donaklamamış,
nerede ise küçük dillerini de yutmuşlardı. Nice sonra şaşkınlıklarını
üzerlerinden atarak toparlandılar...
Abdullah, ormanın içlerinde olan bitenden
habersiz avlanırken Veheb bin Menaf, düşüncelere dalmış olarak Mekke'ye
dönüyordu. Bunda bir hikmet olmalıydı. Eşsiz bir güzellik, eşsiz güzel ahlak ve
her bakımdan seçkin bir genç insan. Bu insanın tehlike anında korunması. Hem de
nasıl ve kimler tarafından? Gök dehşetli bir gümbürtüyle sanki parçalanmış ve
ademoğullarına benzemeyen yağız atlı yiğitler bir anda ortaya çıkarak suikast
peşindeki yahudileri göz açıp kapayıncaya kadar yere sermiş, sonradan sırlara
karışıp kaybolmuşlardı.
Veheb, şahidi olduğu bu kadar olayın tesadüf
olmayacğını bilecek kadar zeki ve akıllıydı.
Zihninde bir fikir doğmaya başladı. Kızı
Amine'yi bu gence verseydi?Kızına denk bir insan Abdullah'tan başka kim
olabilirdi ki? Hiç kimse! tereddütsüz hiç kimse!..
Eve vardığında başından geçenleri ve niyetini
hanımına açtı. Aminenin annesi de Veheb'in görüşündeydi. Abdullah bir tane ve
Abdullah başkaydı.
Kız tarafı vakit geçirmeden tekliflerini
Abdülmuttalib'e götürdüler.
Abdülmuttalib, Amine'nin kusursuz
güzelliğini, yüksek ahlak ve iffetini başta kendi hanımı olmak üzere bir çok
kimseden işitmişti. Devrinin her bakımdan en seçkin kızıydı... hanımı ile
görüşüp, oğlu ile konuştuktan sonra Amine'yi Abdullah'a almaya karar
verdi.
Nikah, Ebu Talib'in evinde yapıldı; iki genç
evlendiler. Peygamber efendimize ait nur, artık Amine hatundaydı.
Abdullah, nikah akdinin yapılması için
ağabeyi Ebu Talibin evine giderken yoluna Ümmül Kital isminde bir kız çıktı. Çok
güzel, çok zengin ve alim bir hanımdı. Son Resul'e ait işeretleri kitaplardan
okumuştu. Peygamberimizin babasının alnında ışıl ışıl yanan parıltıyı görünce
bunun Muhammedi nur olduğunu derhal anladı ve Abdullah'tan kendisini zevceliğe
kabul etmesini istedi ve şöyle bir teklifte bulundu:
-"Evet" dersen sana yüz deve hediye edeceğime
söz veriyorum.
Bütün maksadı sevgili Peygamberimiz'e "ana"
olma eşsiz şerefine kavuşmaktı. Ama civan delikanlı, Amine ile evlenmiş; nur,
şimdi O'nun alnında parlamaya başlamıştı
Şam Valisinin Fatıma, ismide bir kızı vardı.
Bu kızcağız da çok okumuş, ilim sahibi biriyidi.
İşaretlerden en son peygamberin gelişinin
yakın olduğunu anladı. Bu yüzden Şam'dan Mekke'ye gitti ve Abdullah'ın alnında
Muhammedi nuru görünce O'nunla dünya evine gitmeye niyetlendi. Abdullah Amine
ile evlenmişti. Fatıma Abdullah'la karşılaşınca:
-Ey Abdullah! Teptiğim bunca yol ve çektiğim
onca zahmet, Muhammedi nura sahip olmak içindi. Fakat kader böyle takdir
edilmiş. İsteğime kavuşamadım. Şimdi Şam'a avdet ediyorum. Dilerim belalardan
ırak mes'ud bir hayat süresin, dedi ve üzüntü ile Mekke'yi terkederek yine
geldiği yollara düştü.
Abdullah'la evlenmediği için kedere kapılan
sadece bu iki kızdan ibaret değildi. O'nun evlendiğini haber alan iki yüz kızın
kahrından öldüğü, bir o kadarının da hastalanıp yataklara düştüğü
söylenir.
Abdullah'ın, düğün günü hem arefeye hem de
Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan geceye isabet ediyordu. Düğün sebebi ile melekler
göklerde şenlikler yaptı. Cebrail aleyhisselam, yeryüzüne inerek Kabe üzerine
yeşil bir bayrak dikti. Ve:
-İnsanların en hayırlısı ve peygamberlerin
efendisine ait nur, Amine Hatuna geçti. O, yakında doğacaktır, diye dört bir
yana seslendi.
Melekler düğünü şenlikle karşılar, kurtlar,
kuşlar birbirine müjde verip tebrikleşirken üzülen biri vardı; lanetlenmiş bir
mahluk... İblis. Peygamberimiz anne karnına düşünce İblis, öyle üzüldü öyle
üzüldü ki gamdan simsiyah olan yüzü ile dağ, deniz demeden dolaştı durdu.
Nihayet bitkin ve ümitsiz bir halde Ebu Kubeys dağının dibine çöktü ve
feryatlarla evlatlarını yanına çağırdı:
-Ey oğullarım, dedi. Biz, bundan sonra iflah
olmayız. Sonumuz geldi. Zira canlı-cansız her şeyin Peygamberi olan Abdullahın
oğlu Muhammed, anne rahmine düştü. O, Peygamber olunca putları kırarak, zulmü
yıkıp, adaleti getirecek, dünyayı mescidlerle donatıp imanı yayacak, küfrü yok
edecek, hayırlı işler yapacak, iyiliği emredecek, yolunda gidenler saadete
erecektir.
İblis, hüngür hüngür ağlayarak şeytanlara
anlatmaya devam ediyordu:
-O'nun ümmeti yiyip içmeye besmele ile başlar
ve bitirirler. Birbirlerine nasihat eder, emri maruf ve nehyi münkeri
bırakmazlar. Bu şartlarda onları doğru yoldan saptırma şansımız kalmamıştır,
diyerek saçını başını yolmaya başladı.
Bir şaytan:
-Ey efendimiz, kendinizi bu kadar
hırpalamayın. Vaziyet o kadar ümitsiz değil. Adem Peygamberden bu güne kadar
insanları nasıl aldattıksa yine öyle çalışır ve Ümmeti Muhammedi de yoldan
çıkarırız diye görüş belirtti.
Baş şeytan İblis:
-Hayır! dedi, az evvel saydığım meziyetleri
sebebi ile siz onlara yaklaşamaz kendilerini aldatamazsınız. Çünkü bu ümmetin
mensupları kendi dindaşlarını herhangi bir yalnış hareketlerini gördüklerinde
ikaz eder ve doğru yola çekerler.
Az evvelki şeytan:
-Fakat efendimiz, diye tekrar söza başladı.
Fakat biz, onlara cimrilik çekememezlik, birbirlerinin malına mülküne sahdırma
ve benzeri kötü duydu ve arzular aşılarız. Böylece onlar da bizim avcumuzda
istediğimiz gibi hareket ederler...
Bu sözler, İblisi rahatlattı. Oğullarına
teşekkür etti. Ümitle dağıldılar.
Abdullah'la Amine'nin düğünlerinin olduğu
ertesi sabah bütün putların yüz üstü yere düştüğü; tahtların devrildiği
görüldü...
gelen
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır.
Bu gelen tevhid ü irfan kanudur.
(Mevlid'den)
O, kitap kitap övülmüştür.
Büyük, küçük hiçbir ilahi kitap yoktur ki,
O'nu methetmesin. Vahiyle onun müjdesini getirir.
İşte ilk insan ve ilk Peygamber Adem
aleyhisselam'a gelen kitapçıktan satırlar.
-O yer ve gök ehlinin en doğrusudur.
Cömertlikte en üstündür. Kalbi ipekten daha yumuşaktır. Çok zaman hüzünlü ve çok
zaman oruçludur. Hak tealanın korkusu ile doludur. Hep Rabbine yalvarır.
Gündüzleri de ibadet eder. İnsanlarla birliktderi. Fakat dünya sevgisi gönlüne
giremez. Sır saklar ve dostluklara vefa gösterir.
İşte İdris Peygamber'in kitapçığı;
-O, insanlarla beraber olur. Onları ağırlar.
O, Allahın vaadinden asla şüphe etmez. Yüce mevlaya pek çok ibadet eder.
Kulların suzlarını bağışlar. Allah'ın "dostum" dediği büyük peygamber İbrahim
aleyhisselam'ın kitapçığı;
-O, öyle bir kimsedir ki, insanları şehvet
uçurumuna düşmekten korur. Kendisine yapılan kötülükleri affeder, günahları
örter.
İşte Tavrat! Yüce Allah'la konuştuğu için
"Kelimullah" sıfatlı Musa Peygamber'in kitabı:
-O, gönlü çok zengin olan bir mübarek zattır.
Yoksul, kimsesiz ve düşkünlerin sevgilisi ve koruyucusudur. Zenginlerin hasta
kalplerini tedavi eden bir manevi tabibtir. Yaşlılara hürmet eder. Çocuklara
acır ve şefkatle davranır. O güzellerin en güzeli, temizlerin en temizidir.
Sohbetinin lezzetine doyum olmaz. Yumuşak bir ses tonu ve güler yüz-tatlı dille
anlatır. Gaflet dolu kahkahalar yerine pırlanta tebessümleri tercih. O,
hükmederken çok adildir. Haksız bir iş yaptığı görülmez. Sabrı şaşılacak kadar
çoktur. Derdlere, belalara, sıkıntılara sabreder ve yine şükreder. Fakat, Allah
ve Resulüne inanmayan din düşmanları ile en amansız şekilde cenk eden bir
bahadırdır.
Savaş sonrasında hürriyetini kaybeden
esirlere kötülük yapmaz. Onlara hoş davranır. O, suratını asmayan yüzü güleç bir
insandır. Öyle bir Peygamberdir ki, hiç bir kitap, kalem ve mektebe lüzum
kalmadan bütün ilimler; bilgisi, gizli, açık her ilmi kucaklamış olan ilim
sıfatlı Allahü teala tarafından her tafsilatı ile kendisine
öğretilmiştir.
Yine Tevrat'tan:
-O, Allahü teala'nın Resulüdür. Kalbi katı ve
huyu kötü değildir. Aşağı şeyleri beğenmez ve onlara iltifat etmez. Her yerde ve
her zaman ölçülü konuşur. Suçları affeder. Ümmeti güzel ahlaklıdır. Minarelerden
namaza davet eden müezzinleri işitince abdest alıp camiye koşar, düzgün saf
yapar, bir hizada dururlar. O'nun ümmeti, geceleri de zikreder ve ibadet yapar.
Örtünmeye dikkat ederler... Mekke'de dünyaya gelecek, bütün insanları Hakka
davet edecektir. O benim ismi Muhammed olan Peygamberimdir. O'nun varlığı
yüzsuyu hürmetine gözlerden perde kalkar, kulaklar işitir, kalp gözleri açılır.
O, bozuk dinleri ortadan kaldırıp hak olan islamiyeti yeryüzüne iyice
yerleştirmedikten sonra ömrüne son vermem.
Bu da sesi güzel Peygamber Davut
aleyhisselam'a inen Zebur:
-O'nun eli açıktır. Hiç kızmaz. Yüzü güzel,
boyu güzel, huyu güzel, sözü güzeldir. Sözleri gönülleri rahatlatır; ruhları
huzura kavuşturur. Nur yüzlü bu peygamber nefsi eve kalbi hasta insanların
hakiki tabibidir. O, ölüm anını, mezarı, mahşeri ve cehennemi düşünerek çok
ağlar, çok düşünür, az konuşur, az uyur, az güler, gülüşü tebessüm
şeklindedir.
Bu övgüler de göğe çekilen büyük Peygamber
İsa aleyhisselam'ın kitabı İncil'den:
-O, az yemek yer. Cimrilikten hoşlanmaz.
Kimseyi çekiştirmez. Aceleci değildir. Hile yapmaz. Kötü söz konuşmaz. Kendisi
için intikam almaz. Tembel değildir. Aza kanaat edip, çoğu ihsan eder. O'nun
işleri ve tercihleri aşırılıklardan uzak ve bunların ortası üzeredir. Yerde ve
gökte yaşayanların medarı iftiharıdır. O, günaha batmış olanların şefaatçısı,
onsekizbin alemin rahmetidir. Cennette kıymetli kevser suyunu o dağıtacaktır.
Daima doğruluk üzre ve daima ihlaslıdır. Dili her an Kur'an-ı anar. O öyle üstün
vasıflarla yaratılmıştır ki, gözleri uyusa kalbi uyanık kalır. İnsanlardın gelen
eza ve cefaya katlanır da yine şefaati bırakmaz.
Kıyamet vakti herkes, o ana baba gününün
dehşetinden adeta akıl ve şuurunu kaybetmiş halde "Allahım beni koru" diye
inlerken O, "Ya Rabbi, ümmetimi koru" niyazında bulunacaktır. İsrafil'in "sur"
ismi verilen borusu O'nun ümmeti sebebi ile çalacak; ölmüşler böylece yeniden
dirilecektir. Kıyamet gününde herkes, O'nun şefaat etmesi için eteğine
yapışacaktır. Ey İsa, Muhammed Mustafa'nın Peygamberliğini tasdik ve O'na iman
et. Ben azimüşşan Adem'i cennet ve cehennemi O'nun sevigsi uğruna yaratdım. Eğer
onu halk etmeseydim, hiçbir şeyi yaratmazdım!
Veheb bin Münebbih hazretleri Allahü tealanın
buyurduklarını semavi bir kitaptan naklediyor:
-Hak ve adalet O'nun şiarıdır. O'nun dini
islamdır. Onun bereketiyle dargın gönülleri barıştırır, ayrı tabiattaki
insanları birleştiririm.. O'nun ümmetini ihlas ve ibadet yönünden öbür
ümmetlerden üstün tutarım. Benim hoşnudluğumu kazanmak için evlerini barklarını,
çoluk çocuklarını terk edip cihada gider, kafirlerle savaşır ve Allah yolunda
seve seve canlarını verirler. Onlar namazda ve cihadda saflarını düz
tutarlar.
Namazlarını acele etmeden sakin sakin ve
şartlarına uygun kılarlar. Her yerde beni anar, uzun gecelerde namaza kalkkar,
gündüzleri din düşmanlarına meydan okur, arslanlar gibi döğüşürler. Bütün bu
hasletler O'nun hatırı için ümmetine ihsan ve nimetlerimdir. Ben her şeye
kadirimdir...
Gelen işte böyle bir Peygamberdi. Her cephesi
ile örnek ve üstün insan. Melekler ve Peygamberler bu gelişi
müjdeliyordu.
Nitekim o büyük insanın doğumundan
beşyüzaltmış sene önce Ka'b bin Lüey de ilahi kitaplarda okuduklarından
duygulanır ve O'nu şiirler okuyarak müjdeler:
İnsanlar gafletteyken gelir yüce
Peygamber,
Muhammeddir, doğrudur, O'ndadır doğru
haber.
EN İLK ve EN ÜSTÜN
Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin
efendim
Hak'dan bize Sultan-ı müeyyedsin
efendim.
(Şeyh Galip)
Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam,
anlatıyor:
-Hazret-i Allah, beni yarattı. Onsekizbin yıl
arz altında kaldım...
-Ey Cebrail seni kim yarattı?
-Sen yarattın yara Rabbi. Her şey senin ve
sen her şeyi yaratansın... Bense... ben, güçsüz ve ihtiyaç sahibi bir
mahlukum.
Konuşmadan sonra bir onsekizbin yıl daha
geçti... Yüce Allah yine sordu:
-Seni kim yarattı?
-Ya Rabbi, beni yaratan; öldürmeye ve
diriltmeye kudreti olan sensin. Bense kuvveti hiç bir şeye yetmez
biçarayim.
Üçüncü onsekizbin yıl da geçti...
-Ey Cebrail, ben kimim, sen
kimsin?...
-Allahım sen her şeyin yaratıcası ve sahibi;
bense bir kulcağızım.
Bu cevabımın peşinden bir merakımı dile
getirdim:
-Ya Rabbi benden üstün bir varlık halkettin
mi?
-Karşına bak, buyurdu...
Yüce emre uyarak gösterilen yere baktığımda
mbir nur gördüm. Ama nasıl bir nur? Güzelliğine hayran kaldım. Dört tarafında da
dört ayrı nur?
-Allahım, gözlerimi alan bu harika aydınlık
da ne?
-Seni, ne kadar melek varsa hepsini ve bütün
her şeyi aşkına yarattığım nur!... O, en aziz kulum ve Peygamberimdir. O, canlı
cansız her şeyin en üstünü ve en hayırlısı olan Muhammed Mustafa'dır "sallallahü
aleyhhi ve sellem"
Sordum:
-Ya çevresindeki nurlar?
-Sağındaki Ebu Bekir Sıddik, solundaki Ömer
ibni Hattab, önündeki Osman bin Affan, ardındaki Ali İbni Ebi Talib'dir.
"Radıyallahü teala aleyhim".
-Ya Rabbi; bu beş kişinin diğer insanlardan
üstün bir tarafı olmalı!
-Bu beşi kendime dost seçtim. Onları seven
beni sevmiş, düşmanlık eden bana düşman olmmuş olur. Bunları sevenleri cennete,
sevmeyenleri cehenneme koyacağım.
Hak yarattı alemi, aşkına
Muhammed'in
Ay ü günü yarattı, şevkine
Muhammed'in
İlk insan Adem Peygamber, arş üzerinde "La
ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazısını görünce ismin sahibinin
erişilmezliğini anladı. Ancak O'nun ismi sadece göklerin en yükseğini
mahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid cennette her sarayda, her yaprakta, her
çiçekte, her bucakta okunuyordu.
Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit
Peygambere anlatıyor:
-Cennette O'nun ismi ile güzelleşmemiş bir
tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön o şerefli ismin pırıltılarını
aksettiriyor.
-Peki, babacığım hanginiz daha
kıymetlisiniz?
Şit aleyhisselamın sualine Adem Peygamber
cevap vermek istememiş olacak ki sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü
kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı.
Alemlerin Rabbi buyurdu:
-Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni
ise o seçilmiş için!!! Cenneti o'nunla ve o'nun ümmetiyle dolduracağım.
Kendisine arap dili ile Kur'an-ı kerim indireceğim. Bu kitabın emir ve
hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonnuna kadar devam edecektir. Bu
peygamber, benim en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O'na
uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde
"Muhammed" göklerde "Ahmed"dir. O'nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim. Hiç bir
Peygamber O'ndan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de O'nun ümmetinin sayısına
varamayacaktır. Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları
yıldızların gökteki aydınlığı gibidir.
Ol dedi oldu alem, yazıldı levh ü
kalem,
Okundu hatm-i kelam, şannına
Muhammed'in
Adem babamız, cennetten çıkarılınca, üç yüz
sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı. Gaibden gelen bir sesin de
hatırlatması ile el açıp-cennette iken Cebrail aleyhisselamdan öğrendiği bazı
isimleri araya koyarak-dua etti:
-Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının
günahlarının bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için
yine kabul ederdin...
Hep erenler geldiler, dergaha yüz
sürdüler
Zikr-ü tevhid ettiler, nuruna
Muhammed'in
O, müthiş tufandan önce Nuh aleyhisselama bir
gemi yapması buyurulunca yüzyirmi dörtbin dört tane tahta hazırladı. Ve
Cebrail'in tenbihi ile her tahtaya bir Peygamberin mübarek adını yazdı. Ancak
ertesi gün tahtalardan isimler silinmişti. Olaya çok üzüldü. İsimleri tekrar
yazdı. Devrisi sabah yazılar yine silindi. Bir daha yazdı ama bir sonraki gün
tahtalar bomboştu... çok müteessir oldu... bir tuhaflık vardı bu işte. Sır,
gelen vahiyle çözüldü.
-Tahtaların ilkine benim, sonuncusuna da
habibim Muhammed Mustafa aleyhisselamın adını yaz ki şeytan öbür isimleri
silmesin.
Nuh Peygamber, emredildiği gibi yaparak
çalışıp gemisini tamamladı. Fakat dört tahta artmıştı. Bunu Cebrail
aleyhisselamla konuştu:
-Ya Cebrail, fazla gelen dört tahtayı ne
yapayım?
Vahiy meleği suali Hak teala'ya
sundu.
İnsanlığın ikinci babası Nuh Peygambere haber
geldi.
-Ey büyü peygamber! O dört tahtaya son
peygamberimin dört halifesinin isimlerini yaz; gemi o zaman tamam olacaktır.
Zira o dört insan, İsla dininin dört sütunu gibidir. İslamiyet onlarla ayakta
kalır ve onlar sayesinde dünyanın her tarafına yayılır. Vahye uyularak denilenin
yapılması ile gemi tamamlandı ve ondan sonra yüzebildi.
Nuh Peygaber, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i
Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali'nin isimlerini artan tahtalara yazarak
bunları gemisine çakmadıkça görünüşteki kusursuzluğa rağmen geminin yüzmesi ve
felaketten kurtulması mümkün olmamıştı.
Ya mü'minler... mü'minlerin de o dört büyük
zatın ismini kalplerine yazmadıkça dıştan ne kadar olgun ve noksansız
görünürlerse görünsünler büyük imtihanda kurtulmaları mümkün olabilir mi? Sadece
iki cihan güneşi eşsiz ve emsalsiz Peygamberimizi değil, O'nun dostlarını da
sevmek gerekiyor... Bu şart yerine gelmeden, O'nun sevdiklerinin aşkı kalbe
yerleşmeden cezadan kurtulmak ne mümkün?...
Veysel Karani kazandı, ahir yine
özendi
Sekiz uçmak bezendi, aşkına
Muhammed'in
İbrahim aleyhisselam, bir gün rüyasında
Cenneti gördü. Uzunluğu yer ile gök arasındaki mesafeden fazlaydı.
Meleklere:
-Buralar kime mehsustur? diye
sordu.
-Evlatlarından Muhammed Mustafa ve o'nun
ümmeti içindir, diye cevap verdiler.
İbrahim Peygamber, dikkatle bakınca
ağaçlarda"La ilahe illallah" budaklarında "Muhammedün Resulullah", meyvelerinde
"Sübhanellah", "Velhamdülillah" cümlelerinin yazılı olduğunu gördü...
Uyandığında rüyasını milletine
nakletti.
-Ümmeti Muhammed kimdir, diye sordular.
İbrahim aleplisselam, düşünceye daldı. O anda Cebrail aleyhisselam peyda oldu
ve:
-Ne düşünüyorsun ey Allah'ın dostu,
dedi.
-Bir rüya gördüm... girdüklerimi ümmetime
anlattım, Muhammed ümmetini öğremek istediler. Benimse bu hususta bilgim yok.
Onun için düşünüyorum.
Cebrail aleyhisselam:
-Ben de fazla bir şey bilmiyorum, diyerek
Cenab-ı Hakka arz etti:
Yüce Allah şöyle buyurdu:
-Muhammed, benim ahir zaman Peygamberimdir.
Makbul kullarıma Peygamber olarak gönderecğim. O peygamberi bütün
yaratılmışların arasından seçtim. Kendisini ve ümmetini yerden ve gökten
yüzyirmi dört bin yıl evvel yarattım. Kıyamet günü O'nun yolundakilerin yüzü
bütün insanların yüzünden daha ak, aydınlık ve abdest suyu değen vücut parçaları
pırıl pırıl olacaktır.
Feriştehler geldiler, saf saf olup
durdular
Beş vakit namaz kıldılar, aşkına
Muhammed'in
Tevrat, Musa aleyhisselama inince büyük
Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak:
-İnsanların kalbine baktım. En mütevazi
olarak seni gördüm. Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma
devletine erdirdim, dedi ve ilave etti:
-Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili
Muhammed Mustafa'nın Resulüm olduğunu tasdik et ve kalbine O'nun muhabbetini
yerleştir!
-Ya Rabbi, Muhammed kimdir; O'nu
tanımıyorum?
-O öyle bir kimsedir ki yerleri ve gökleri
yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini arşın üzerine yazdım. Ya Musa, sana
çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhdan ve gözünün
siyahına beyazından daha yıkn olayım!..
-Allahım bundan gayrı ne arzum
olabilir?...
-Öyleyse Habibime çok selavat oku.
Hak teala devam etti:
-Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkar
etmişse, o bedbahtı sürüterek cehenneme attırırım. Beni görmesini nasip etmem ve
hiç bir melek ve peygamberin şefaat etmesine de için vermem!...
Bunu yolundakilere bildir.
-Ya Rabbi O'nun hakkında biraz daha bilgi
sahibi olmak isterim.
-Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı;
yeri-göğü, cenneti-cehennemi ayı, güneşi, geceyi-gündüzü, melekleri,
Peygamberleri ve hiç bir şeyi yaratmazdım. O'nun Peygamberliğini kabul etmezsen
İbrahim halilulllah bile olsan sana eziyet ederim!...
-Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul
ettim Ya Rabbi!...
Havada uçan kuşlar, yeşerüp dağ ü
taşlar,
Yemiş verir ağaçlar, aşkına
Muhammed'in
Davut aleyhisselam, bir gün Zebur okurken
kitaptan bir nur yükseldiğini; bu nurun odayı doldurduğunu ve kalbinin
rahatladığını gördü... Ve bu hal, her Zebur okuyuşunda tekrar etti. Nurun
mahiyetinni Allahü tealaya sordu:
-Ya Rabbi bu nur neyin nesidir?
-O, habibim Muhammed Mustafa'nın nurudur.
Cümle alemi onun hatırına yarattım.
Bu tüyler ürperten ilahi cevap üzerine Davut
Peygamber, yüksek sesle "Lailahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi. Bütün
yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler ve yılanlar, çevresine toplandılar
ve:
-Öyledir ya Davut! diyerek onu
doğruladılar.
Bu olaydan sonra Davut Peygamber, Zubur
okumaya başlarken kelime-i tevhid söyle oldu.
İmansızlar geldiler, andan iman
aldılar
Beş vakt namaz kıldılar, aşkına
Muhammed'in
O'nu övmeye kalkan erir ve
tükenir.
O'nu hiç bir lisan medhetmeye kafi gelmez. O'
kelimeler üstü ve kelimeler ötesi ve gönüller dolusu sevgiye
layıktır.
Yunus kim ede medhi, över Kur'an
ayeti
Ah! vergil salevatı, aşkına
Muhammed'in
Biz de... kendim, eşim, dostum, tanışım,
arkadaşım, binler, onbinler, milyonlar, milyarlar, O'nu o en sevgili ve en
üstün'ün Peygambeliğini kabul ettik ya Rabbi...
Bundan üstün devlet bilmiyoruz ya
Rabbi!..
MEKTUP
Ya Habiballah bize imdad kıl,
Son nefes didarun ile şad kıl.
(Süleyman Çelebi)
Vakit, ahir zaman Peygamberinden bin yıl
önce.
Humeyr ibni Redi, hemen bütün ortadoğu'ya
hükmeden bir hükümdar.
Kalabalık sayıda vezir ve yardımcıları ile
kudretli bir ordusu var. Yolu batıl; ateşe tapıyor. Buna rağmen kendilerine pek
kıymet verdiği, işlerini danıştığı dört bin kişi var ki hepsi has müslüman ve
alim.
Humeyr, bir gün maiyeti ile birlikte
tantanalı bir halde Mekke'ye geldi... Fakat O'nun gelişi Mekkelileri alakadar
etmedi. Herkes işinde ve her şey akışında.
Bu aldırışsız soğuk karşılama hükümdarın fena
şekilde canını sıktı. Vezirlerini huzura çağırdı ve halktaki bu kendinden
eminliğin sebebini sordu.
Vezirler:
-Buranın insanları araptır; asil kimselerdir
efendimiz. Kabenin korunması onlara verilmiştir. Bundan dolayı değerleri
yükselmiştir. Beytullah'ın bakıcısı olmanın verdiği şerefle soğuk duruyorlar
olabilir.
-Demek öyle!!!
Humeyr'in kafasında soysuz bir plan
doğdu;
Kabe'yi yıkacak, halkı öldürecek ve şehri
askerine yağmalatacaktı...
Ancak bu fikirle beraber ve aynı hızla
kafasına bir şey daha gitmişti: Müthiş bir ağrı... ağrının şiddetinden
burnunudan ve gözlerinden kimsenin yanınna yaklaşamadığı pis kokulu bir su
akmaya başladı.
Günler ilerliyor; baş ağrısı, her an
şiddetini arttırıyordu. Bütün sağlık arayışları savallı kalınca; O, ülkeler
hakimi Humeyr, yaşamaktan yana iyiden iyiye karamsarlığa düştü. Ama yine de şifa
aramaktan geri durmuyordu. Hastalığına bir çare bulması için mbaş vezirine emir
verdi; O da hekimlere.
Hekimler, o güne kadar görülüp, işitilmemiş
bu hastalığı iyileştirmek için günlerce uğraştılar. Fakat bütün gayretler
nafileydi. Emekler boşa gitmiş; çare bulunamamıştı. Bunun üzerine bir de ilim
adamlarına danışıldı. Alimler, bu amansız dert için düşünmeye mbaşladılar: "Bu
hastalık neden olmuştu ve niçin çare bulunamıyordu?" Bir alim, uzun uzun
düşündükten sonra sebebi bulduğunu anladı. Baş vezire giderek:
-Hükümdar şayet sırrını bana açar ve
sorularını cevaplandırırsa derdinin dermanını söylerim, dedi. Başvezir çok
memnun kaldı. Birlikte Humeyr'e geldiler. Vaziyet kendisine anlatıldı. Alimin,
sorularını hiç bir gizli-saklı taraf bırakmadan açıklaması bilhassa
hatırlatıldı.
Hükümdar, zorlukla konuşuyor ve yanındakiler
dehşetli pis kokudan büyük sakıntı çekiyorlardı.
Dötbin kişiden biri olan alim
sordu:
-Bu sıralarda Kabe-i Şerif için aklından kötü
bir şey geçki mi?
Hasta, derin ve uzun inleyip karşısındakileri
boş ve manasız gözlerle süzdükten sonra dudakları kıpırdadı.
-Evet! O'nu yıkmak istedim.
Cümlenin başı ve sonu arasında kurşundan
dakikalar geçmişti...
-Niçin yıkmak istemiştin ki? Ne mekkelilerin,
ne de Kabenin bize bir zararı olmadı!
-Evet olmadı ama; Mekke halkı bana hürmet
etmedi. Hatta hürmetin kırıntısına bile rastlamadım. Halbuki her gittiğim yerde
insanlardan büyük saygı görürdüm...
-Burada göremeyince...
Pis kokulu sulardan yatak, yorgan ıslanmış
her taraf batmıştı. Hizmetçiler boş yere koşuşturuyordu.
-Mekkelilerden hürmet göremeyince üzerine
titredikleri Kabeyi yıkmak, halkı öldürmek, mallarını askerlerine yağmalatmak
istedim.
-Ve başına gelenler de bu niyetinle beraber
geldi!
-Evet; niyetimle beraber başıma korkunç bir
ağrı girdi ve dünyamı zindan eden bu hastalığa yakalandım...
Bu cümleden sonda odayı bir sessizlik
kapladı... sanki alimle hasta arasında upuzun ve kavuşulmaz çöller
vardı.
Humeyr meraklı ve uzaktan alimin yüzüne
bakıyordu. Hastalığı ile bu konuşulanlar arasında ne münasebet olabilirdi
ki?...
-Hükümdarım tutulduğun hastalığın sebebi işte
bu fikrindedir. Zira yıkmak istediğn o Kabe'nin sahibi olan yüce Allah, gizli
niyetleri de bilir. O'nun yanında gizli aşikar farkı yoktur.
Susmuş ve dinlemeğe durmuş çöl yeniden
hışırdamağa, rüzgar tok seslerle boşluğu yara yara koşmaya
başlamıştı.
-Bilmez; hiç bilmezdim!
-Şifa bulman bu bozuk niyetinden vazgeçmene
bağlıdır. Eğer Kabe için taşığın kötü düşünceden cayarak güzel niyetler
beslersen iyileşirsin.
Humeyr, derhal tövbe etti... alim, mbunun
üzerine Kabe-i Şerifi, yapanı yapılış sebebini uzun uzun anlattı.
Başvezir ve alim oradan kalkmadan hükümdar
tekrar eski sağlığına kavuştu.
Ve üstelik İbrahim aleyhisselamın dinini
kabul ederek müslüman oldu. Beytullah'a karşı hürmet ve muhabbet duyguları ile
bağlandı. Edep ve usülünü öğrenerek Kabeyi ziyaret etti. Eski kibir ve gururunu
terkedip alçak gönüllü bir insan oldu.
Bir kaç gün son da bir sultan sofrası
hazılattırarak büyük-küçük, zengin-yoksul bütün Mekkelileri yedirip
içirdi.
Bu ziyafeti verdiği gece rüyasında bir ses
işitti:
-Mekke ahalisine itibar gösterdiği gibi
Beytullah'a da hürmet et; O'nu örtülere bürü!
Serin bir çöl gecesinde görülen bu rüyanın
sabahında Humeyr, Kabe'ye hasırdan bir örtü yaptırarak ölttü. Sevincine diyecek
yoktu. Fakat gece rüyasında:
-Hasır O'na layık değildir. Daha güzel örtü
yaptırmalısın! diye bir nida duydu.
Bu sefer kumaştan mbir kılıf diktirerek
Kabe-i Şerife giydirdi. Ama rüyasındaki ses, bu kumaşın da uygun olmadığı ve
diğiştirilmesini istedi. Bunun üzerine devrin en pahalı kumaşlarından bir örtü
dirtirerek altın ve gümüşlerle süsletip Kabe'ye örttürdü.
Ayrıca, Kabe-i Şerifin içinde bulunan putları
dışarı attırarak kilitli bir kapı yaptırdı; insanların kirli halde Allah'ın
evine yaklaşmalarını yasak etti.
Humeyr, bu güzel hizmetlerinden sonra
Kabe'nin anahtarını Mekkelilere teslim ederek aydınlık Medineye doğru yola
koyuldu. Medine o devirde çıplar; ne bir bitki var görünürde ne mbir ağaç. Kum,
taş, tepe ve eriten güneş sıcaklığı. Ufuklar sır vermiyor. Acaba gölgelenecek
bir yer yok mu?
Humeyr, dörtbin kişilik danışmanlarından dört
yüzünü alarak bütün Medine'yi makışı gören yüksek bir tepeye tırmandılar.
Gözler, ordunun konaklıyacağı uygun bir yer arıyor... Ama uyanık kalbli o
dörtyüz seçme insan, başka bir şeyi farkettiler. Elleri ile gözlerini güneşin
göz kamaştıran parlaklığından koruyarak çevreyi incelerken sanki sessizliğin en
derin noktasından kulaklarına bir şeyler fısıldanıyordu. Toprak bir çift söz
söylüyor gibiydi... O, Mekke'den işte bu Medine şehrine, buradan sonsuzluğa
geçecektir. Şüphe yok ki eski ilim sahiplerinin kitaplarında sözünü ettikleri
yer burasıdır...
Aralarında şu kara vardılar: "Şartlar çetin
ve ağır; ama olsun; kavuşulacak şeref de o kadar yüksek ve mübarek. Biz burada
yerlerek son Peygamberi bekleyelim. Olur ki O'nu görmek bahtına ereriz."
kararlarını hürümdara açtılar.
-Önceki alimlerden okuduğumuz bilgilere göre
bu yer, en son ve en yüce Peygamberin gelip yerleşeceği bir kutlu mekandır.
Şerefli namı Muhammed sallallahü aleyhise ve sellem, güzel dini ebedidir. O'nun
ordusuna alemlerin Rabbi yardım eder. O tac ve burak, o, Kur'an,ı kerim, o
liva-i hamd ve minber ve O, La ilahe illallah sözünün sahibidir. Buraya hicret
edecek ve buradan ölümsüz aleme geçecektir. Biz bu büyükler büyüğünün gelmesini
beklek isteriz. Belki nur yüzünü görmek mümkün olur. Bu sebeple hükümdarımızdan
izin dileriz...
Hükümdar, anlatılanları heyecanla dinledi;
büyük memnuniyet duydu ve:
-Ben de sizle kalacağım, dedi.
Ancak bu karara asker ve tab'ası mani
oldular.
Bir ismi de Tebi olan Humeyr, bunun üzerine
Medine'de bu dörtyüz kişi için evler yaptırdı. Onları evlendirdi. İhtiyaçlarını
karşıladı ve içli bir bağlılık mektubu yazarak kendilerine teslim
etti.
-"Humeyr İbni Redi'den en büyük Resul ve son
Peygaber Abdülmuttalib oğlu, Abdullah oğlu Muhammed aleyhisselam'a sunulan
mektup:
"...ben, senin nübüvvetine, bildirdiğin
Allah'a getireceğin Kur'an'a iman ettim. Dinin, yolun ve İbrahim Peygamber
milleti üzereyim. İslamiyet namına tebliğ ettiklerinin hepsi şimdiden can baş
üzre kabulümdür. Olurki o saadetli zamanına kavuşmazsam beni unutmamanı ve
şefaatinden mahrum ve mahsun bırakmamanı diliyorum."
Humeyr, mektubu mühürlü olarak alimlerden
Şamul'a verdi: iyi saklaması için ricada bulundu ve vasiyetini yaptı:
-O mübarek Peygamber'i görme devletine
erersen mektubumu kendilerine ver; şayet bu bahtiyarlığa eremezsen çocuklarına
teslim et ve dikkatle sakllamalarını güzelce tenbih eyle; onlar da kendilerinden
sonrrakilere aynı vasiyeti yapsınlar ve böylece emanetimi babadan oğula aktara
aktara Peygamberlerin efendisinin yüksek huzurlarına takdim
etsinler!..
Tebi, bu vasiyetinden sonra hazır olanlarla
vedalaşarak Medine'den ayrılıp gitti ve bir zaman sonra da vefat
etti.
Eshab-ı kiram; Allah'ın sevgilisine arkadaş,
dost ve yardımcı olan o soylu insanların bu dört bin alimin nesebinden geldiği
anlatılır.
Mektup, elden ele geçe geçe Şamul'un yirmi
birinci torunu olan Eba Eyyub El Ensari'ye varacaktır. Bu sıralarda sevgili
Peygamberimiz de Mekke'den Medine'ye hicret için yola çıkmışlardı. Medineliler o
bayram havasında emaneti, bir an önce sahibine ulaştırması için herkesin çok
sevdiği Ebi Leyli'ye verdiler...
Ebi Leyli yollara düştü, bir konak yerinde
Beni Selim kabilesinin misafiri oldu. Resulullah da o an oradaydı; ama Leyli,
tanıyamadı. Peygamberimiz O'nu görür görmez:
-Ebi Leyli sen değil misin?
buyurdular.
-Evet, benim; deyince
-Tebi'nin mektubu nerede? diye
sordular.
Leyli şaşırmıştı:
-Siz kimsiniz; diyebildi ancak. Mutlaka ulu
biri olmalısınız. Yüzünüzde büyüklük işareti, sözünüzde huzur veren bir tatlılık
var.
Eşi olmayan insanda rahatlatan bir tarifsiz
tebessüm:
-Ben, Allah'ın Resulü Muhammed'im; mektubu
getir. Ebi Leyli istenileni cebinden çakararak tazimle uzattı...
Yüce Peygamber, mektubu yanındakilere
okutttular ve:
-Merhaba Salih kardeşim, merhaba salih
kardeşim, merhaba sahil kardeşim!.. diye zamanlar ötesine seslenerek Humeyr ibni
Redi'yi selamladılar.
IRMAK
N'ola tacım gibi başımda götürsem
daim,
Kadem-i pakini ol Hazret-i Şah-ı
Rüsulün
(1.Sultan Ahmed Han)
Ortalık toz duman.
Kopan fırtına; öylesine şiddetli ki, dalları
ile yere kapanıp kapanıp doğrulan ağaçları bile köklerinden söküp havaya
savuracak gibi. Göz, bir karış ötesini seçmiyor.
Bir ara amansız fırtına uslanır gibi olunca
göğe doğru dönerek yükselen hortum, sakin sakin tüten bir duman haline geliyor.
Derken duman, bulutlara doğru süzülerek gözden kayboluyor ve bu defa bir ateş
yığını fark ediliyor.
Ve ab-ı hayat gibi pırı. pırı. bir
ırmak.
Bir ses duyuluyor:
-Kim bu sudan adalet, ölçü ve güzellikle
içerse kanar; kim hırsla kullanırsa bela bulur!...
Bu rüya, Mürsed ibni Külal'i gecenin bir
yarısında korku ile uykudan kaldırmıştı.
Şanı dört bir yanı tutmuş olan bu padişah,
uyandığında alanının boncuk boncuk ter, saçlarının suya girmiş kadar ıslak
olduğunu gördü... bir rüya hali yaşamıştı ama neler görmüştü; rüyada ne vardı,
hatırlamıyordu...
O, sabah, o gün ve daha kaç gün düşündüyse de
rüyayı bir türlü hatılayamadı.
Hatırlayamadıkça da huzursuluğu arttı. Öyle
ki bu yüzden devlet işleri bile aksar oldu.
Aralarında oğlu ve kardeşi de bulunan
kahinler dahi ona yardım edememiş; rüyanın ne olduğunu
bilememişlerdi.
Rüya, padişaha dert olmuştu. Başına bir şey
geleceğinden korkuyordu. Bu halden azıcık kurtulmak, can sıkıntısını atmak için
birgün ormana ava çıktı.
Sık ağaçlar arasında zamanın nasıl geçtiği
belli olmuyordu.
Herkesin kendini av heyecanına kaptırdığı bir
anda mürsed ibni Külal, gördüğü ceylanı avlama telaşı ile yolunu kaybederek
askerlerinden uzaklara düştü.
...Saatler geçmiş, ne ceylanı vurabilmiş ne
de yolu bulmuştu; açlık ve bitkinliği son haddinden idi.
Bu vaziyette iken yorgun gözleri, ileride
dağın eteğinde bir ev olduğunu farketti.
Bütün kuvvetini toplayarak dağa doğru gitti;
eve yaklaştığında kapıdan ihtiyar bir kadın çıkarak O'nu hürmetle karşılayıp
davet etti.
Mürsed, teşekkür ederek eve girdi.
Yaşlı kadının gösterdiği sedire oturması ile
uyuyup kalması bir oldu...
Gözlerini açtığında baş ucunda bekleyen yirmi
yaşlarında bir kız gördü. Kız mürsed'e:
-Padişahım hoş geldiniz. Evimiz sizinle
şereflendi. Geçmiş olsun; Allah sizi her türlü dertten korusun.
Teşekkür ederim.
-Zatı devletleri yemek emrederler
mi?
Misafir, bir an için "acaba bir oyuna mı
geliyorum" diye düşündü. Kız karşısındakinin tereddüdünü anladı ve:
-Padişahım, yüksek hatırınız hoşça tutunuz.
Canımız uğruna feda olsun. Kılınıza zarar gelmesini istemeyiz, deyince Mürsed
rahatladı.
Küçük ve sade dağ evi huzur ve emniyet dolu
idi. Ev sahibesi iyi, olgun ve ölçülüydü...
Açık kapıdan süzülen rüzgar, baygın bir kır
çiçeği kokusunu odaya taşıyordu.
Padişah sordu:
-Beni kabul eden yaşlı kadın anneniz
mi?
-Evet, annemdir,
-İsminiz ne?
-Ufeyra!
-Benimkini de biliyor musunuz?
-Tabii padişahım. İsminiz Mürsed ibni Külal.
Yalnızca isminizi değil gördünüz ve derdine düştüğünüz rüyayı da
biliyorum.
Padişah, heyecandan az kalsın ayağa
fırlayacaktı. Zor hakim oldu kendine.
-Çabuk anlat, hemen!
Kız sükunetini bozmadan saymaya başladı...
fırtına, duman, ateş ırmaktan güzellik ve çirkinlikle içenler.
... Ufeyra söyledikçe Mürsed, tek kam
hatırladı. Kuş kadar hafifledi. Sanki kaybettiği çok değerli bir şeyi yeniden
bulmuştu:
-Senin herhangi bir insan olmadığın belli.
Öyle olsaydı zaten bu ıssız dağlarda ne aradın. Ayrı ve üstün bir tarafın
olmalı. O yüzden rüyamı yorumlamanı da istiyorum. Bunu yapabilir
misin?
-Ondan kolay ne var padişahım?
Bunu dedikten sonra, karşıdaki divanın
kenarına oturarak anlatmaya başladı. Bal renkli bir ikindi güneşi, küçük
pencerenin camlarından girerek odayı bakıra çalan mbir renge
boyuyordu.
-"Fırtına ve hortom padişahlara işarettir.
Duman; padişahı çekemeyenleri ima deyor. Ateş; münafıklık demek. 'Irmak' yeni
bir dinin geleceğine müjde; 'ses' o dini tebliğ edecek Peygambere alamet, sudan
güzel güzel içenler Peygambere tabi olacakların sembolü, suyu hırsla kullananlar
ise O'na isyan edecekler manasındadır.
Mürsed, duyduklarından derin hayrete
düşmüştü: Renkten renge girip çıktı. Hiç işitmediği şeyler
dinliyordu.
-O Peygamber nasıl biridir?
-Şu yerleri, şu gökleri yaratan Allah için
söylüyorum ki O' hak Peygamberidir.
-Peki, geleceğini söylediğin Peygamber,
insanlara neler bildirir?
Konuşmaya dışarıdan ötüşen kuşların sesi
karışırken Ufeyra, hürmet uyandıran ağır başlılığı ile cevaplandırdı:
-O, alehisselatü vesselam, insanları puta,
taşa, toprağa tapmaktan vaz geçerek herşeyi yoktan vareden ezeli ve ebedi
Allah'a kul olmaya, namaz kılmaya, oruç tutmaya, zekat vermeye, hacca gitmeye,
güzel huy edinmeye ve günah işlememeye çağırır.
Hangi millete mensuptur?
-Araptır ama kendi milleti de O'nunla
savaşacaktır.
-Nasıl olur; kendi öz milleti onunla mücadele
edecekse, dostu kim olacak?
-O, Allah'ın en mekbul kulu ve en üstün
Resulü olan Muhammed aleyhisselamdır... birinci dostu Cenb-ı Hak, ikincisi de
O'na eksilmez imanlarla bağlı ve gözünü kırpmadan canlarını yoluna feda edecek
arkadaşlarıdır.
Gün, ufkun gerisine çekilirken orman ve
vadiler derin ve koyu gölgeleri örtünmeye hazırlanıyordu.
Mürsed, şimdi sevinçler içindeydi; hayırlı
biri olmalıydı ki rüyada O'na bir hak din ve Peygamberin geleceği haber
verilmişti.
Vakit geç olmak üzereydi, yolun tarifini
alarak teşekkür edip atına bindi; cins at, öne doğru fırlamak için
sabırsızlanırken Mürsed ibni Külal:
-Anne selam söyle; o davet etmeseydi bu güzel
müjdeyi alamazdım!
-Güle güle padişahım; yolun açık
olsun!
Rüzgar gibi uçan atlı, az sonra alaca renkli
karşı tepelerden kaybolup görünmez oldu.
HABER
Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem
i'lam,
Cenabındadır ihsan ve mürüvvet, ya
Resulallah!
(II. Sultan Mahmud Han)
Bismillah!...
Seyf bin Zülyezen babasının elinden zorla
alınan Yemen tahtına oturup O'nun ruhunu şad ederken mülkün asıl sahibi Yüce
Allah'ı andı ve nasip ettiği galibiyetten dolayı hamd etti.
Dışarıdan perde perde yumuşayarak gelen zafer
nağmeleri işitiliyordu.
Başşehir San'a'nın meydan ve sokaklarında
insan cesedi, at ve fil ölüleri görülüyordu.
Günlerce süren iç harpte asilere ağır
kayıplar verdirilmiş ve devlet, zalimlerden kurtarılarak meşru hükümdar Seyfi'in
idasine girmişti.
Sokak ve meydanları dolduran buruk manzara
işte bu mücadeleden kalmıştı.
Buna rağmen şimdi zulüm ve sıkıntı dolu
günlerin çehrelerde derinleştirdiği asabi çizgiler, yavaş yavaş yeniden gülmeyi
hatırlıyordu...
Çünkü kan kusturan Ebrehe'den sonra kötülük
örneği oğulları da yok olmuştu...
Yemen'de her şey normale dönüp devlet
teşkilatı işlemeye başlayınca komşu topraklardan temsilciler gelerek Sultan'a
tebrik ve itimadlarını sundular.
Misafirler arasında başta reisleri
Abdülmuttalib olmak üzere Kureyş büyükleri de vardı. Ziyaretçiler, Seyf'e
değerli hediyeler verdiler.
AnaSayfa ...................
Cilt-2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder