13 Ocak 2014 Pazartesi

SEVGİLİ PEYGAMBERİM CİLT 10

Cilt 10



SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 10

ENMAR GAZASI: Bu sefere "Enmar Gazası" dendiği gibi "Zi-Emr Gazası" ve "Gatafan Gazası" da denir.

Bedr'in intikam ve öfkesiyle kavrulan Muhariboğullarından ve bu kabilenin en cesuru Avres bin Haris, halkı kışkırtarak bir bölük asker topladı...düşman askeri, Necd'in Zi-Emr denilen bölgesinde karargâh kurdu. Biraz sonra Avres bin Haris, bir taşın üzerine çıkarak askerlerine seslendi:

-Ey kahramanlar! Bedr'i unutmadık ve unutamayız! O, alnımızda silinmez bir kara leke!

Bazı askerler, mızraklarını yukarı doğru yükselte yükselte haykırdılar:

-İntikam! İntikam!

-Lütfen sükûnet!

Dedi Avres ve devam etti:

-Elbette intikam! Ama nasıl bir intikam!

Bunu derken dişlerini sıkmış, yumruğu ile görünmez bir cismi sıkıp ezer gibi bir hal almıştı.

-Öyle bir intikam alalım ki, Yesrib çevresinde ne bulursak yağmalayalım. Taşıyabileceğimizi yanımıza alalım. Alamadığımızı vurup kıralım, yakıp yıkalım.

Düşman bir ağızdan bağırdı.

-Vurup kıralım! Yakıp, yıkalım!

......

Hicretin üçüncü yılı, Rebiülevvel ayının onikisi idi.

...düşmanın yeri, sayısı ve niyeti derhal islâm istihbarat elemanları tarafından Peygamber Efendimiz'e haber verildi. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, yerine Osman bin Affan'ı vekil bırakarak derhal dörtyüzelli sahabi ile düşmanın bulunduğu mıntıkaya doğru harekete geçtiler.

......

Bazı sahabiler, yolda Salebeoğullarından Cebbar ile karşılaşınca O'nu tutup sorgulamaya başladılar:

-Dur bakalım ya Cebbar! Nereye?

-Yesrib'e..

-Kabilen, Medine üzerine baskın hazırlığındayken sen salına salına Medine'ye gezmeye mi gidiyorsun böyle ya Cebbar?

-Hayır! Benim Salebeoğullarından haberim yok. Ama Avres bin Haris'in bir sefer için ahaliyi toparlamaya çalıştığını işittim.

-Sonra?

-Sonrası o kadar! Başka birşey bilmiyorum.

......

Cebbar gayet sakindi ve her haliyle itimat telkin ediyordu.

...kendisini yakalayan sahabiler, O'nu Resulullah Efendimizin huzuruna çıkararak aralarında geçen konuşmayı arz ettiler. Cebbar, belki de hayatından endişe ederken; bir teklifle şaşırdı...evet kelimenin bütün mânâsı ile şaşırdı. Çünkü kabilesi, Medine üzerine gelirken O, bundan habersiz de olsa müslümanların eline düşmüştü. Her türlü kötülüğü yapabilir; canına kıyabilirlerdi..

...ama yapmadılar. Zira onlar müslümandı; Allah'ın seçilmiş kulları. Cebbar, hayatından bile kaygılanırken en ufak bir taciz ve hakaret görmediği gibi koskoca bir Peygamber O'nu muhatab almış hak dine davet ediyordu...sıcacık; yumuşak, saran ve kucaklayan bir sesle. Cebbar, hiç zorlanmadan içten gelen bir arzu ile hemen müslüman oldu; radıyallahü anh.

Ve şu bilgiyi verdi:

-Ya Resullallah! Onlar, sizinle karşılaşma cesaretini gösteremezler. İslâm ordusunun üzerlerine gelişini haber alırlarsa muhtemelen dağlara kaçacaklardır. Nerelere gizleneceklerini tahmin edebiliyorum. Eğer müsaade ederseniz sizinle gelip saklanacakları yerleri haber vereyim...

...bir yerde cihad varsa, bu cihada iştirak her müslümanın üzerine farzdı; ve farzdır. Cebbar radıyallahü anh da müslüman olmakla bu yüksek mükellefiyete dahil olmuştu.

Efendimiz teklifi memnuniyetle kabul buyurdular; ve Hazreti Cebbar'ı Bilal-i Habeşi radıyallahü anh'ın yanına verdiler.

......

Şanlı islâm ordusu, Zi Emr'e geldiğinde bulutlanan gök, dökmeye başlamıştı bile.

...hakikaten Cebbar'ın dediği oldu. O kahraman edalı şirk ordusu, varlıklarından haberdar olan islâm askerinin gelmekte olduğunu öğrenince soluğu dağ duldalarında almışlardı.

...islâm ordusu, meydana doğru ilerlerken rahmet, bir başka rahmeti müjdelercesine hızlandıkça hızlanıyordu...kalkanı olanlar bunlarla, olmayanlar bulabildikleri ile korunmaya çalıştılarsa da sevgililer sevgilisi aziz Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem dahil, müminler, tepeden tırnağa su içinde kalmışlardı.

...yağmur, bir zaman olanca şiddeti ile devam etti ve sonra sakinleşti, yavaşladı ve dindi...şimdi güneş açmış; kurşuni bulutlar çekilmiş, her taraf aydınlığa boğulmuş; bir ebemkuşağı, ufka türlü renklerle köprüsünü kurmuş; hava iyiden iyiye ısınmaya başlamıştı...herkes bir tarafta üstünü başını kurutuyordu.

Resulullah Efendimiz de vadinin tenhaca bir yerine gittiler ve elbisesini çıkartarak bir bodur ağaca serdiler. Elbise kururken, Efendimiz yağmur sonrası o güneş güzelliğinde yumuşak kumlara uzandılar...sağ yanları üzerine idiler ve sağ avuçları sağ yanaklarının altındaydı.

......

Müminleri bulundukları dağ kovuklarından dikkatle izleyenler, Avres'e koştular. Bir büyük işi başarmışcasına nefes nefese idiler:

-Ya Avres! Muhammed, kenarca bir yerde; bir ağaç altında yalnız. Ne yapılabilirse şimdi yapılır. Haydi!

Avres:

-Siz burada kalın; O'nun işini ben bitireceğim.

...dedi ve kılıcını aldığı gibi gizlene gizlene Peygamber Efendimizin istirahat buyurdukları ağaç dibine kadar sokularak başuçlarında dimdik yükseldi. İşte kılıcı, kendisi ve düşmanı karşı karşıya idiler. Heyecandan belli belirsiz titriyordu. Nice kimsenin öldürmek için peşinde olduğu insan, önünde yapayalnız uyuyordu.

Efendimiz, birden mubarek gözlerini açtılar ve vaziyeti farkederek derhal ayağa fırladılar; ancak kılıçlarına uzanma imkânını bulamamışlardı.

Neticeden emin olan Avres gürledi. Sesi yırtıcı, gözleri hırsla dolu, kılıçlı sağ eli havadaydı:

-Ya Muhammed! Şimdi seni elimden kim kurtaracak? Şurada kılıçsız sen ve silahlı ben, yapayalnızız! Kim kurtaracak seni elimden kim? Söyle!!!

Avres, hançeresini paralar; pazu ve kılıcına güvenirken; karşısındaki muhteşem insanı dize getireceği zannındaydı. Zavallı ve sefil bir zan.

Sevgili Peygamberimiz, Avres'i şaşırtan bir sakinlikle cevap verdiler:

-Ya Avres! Allah, beni kurtarır; seni de mahcup eder...

Avres, kendisindeki kızgınlık ve şiddete mukabil muhatabındaki sakinlik karşısında ürktü. Az fakat emin konuşmuştu. O, bu ruh halindeyken yetişen Cebrail aleyhisselam, Avres'in göğsüne şiddetli bir yumruk indirdi.

...ta gerilere savrulan Avres, sırtüstü yere yuvarlanmış; elinden kurtulan kılıcı Efendimiz'in önüne düşmüştü. Kılıcı yerden alan Kahraman Peygamber, bir sıçrayışta düşmanın yanına gelerek başucuna dikildi. Avres kumların üzerinde bir böcek gibiyse, Sevgili Peygamberimiz elinde kılıç ile heybetli bir dağ gibiydi. "Eyvah", dedi Avres içinden, "İşte sonum geldi. Ben O'nu öldürecektim; halbuki şimdi O, beni öldürecek." Soğuk terler döküyordu.

Kâinatın Sultanı, ayakları dibindeki adama sordular:

-Ya Avres! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?

..."Benim" dediği öz kılıcı, yerdeki adamın boynunu kesmek için güneşte yanıp dururken, sarı toprak, sarı kum ve Avres'in yüzü aynı rengi almışlardı. Yüzünü yalayan bir rüzgar, alnına yapışan saçlarını yerinden oynatamadı...gözlerine doluşan tuzlu terleri kolunun yeni ile sildi ve kuruyan boğazını yutkuna yutkuna yumuşatmaya çalıştıktan sonra, en alt perdeden yalvarmaya başladı:

-Hata ettim!

-Evet hata ettin. Ama asıl hatan küfrde inat etmen. Hataların menbaı küfrün. Sen inansan da inanmasan da mutlak hakikat değişmez. Bu sebeple gel, Allah'dan gayrı ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna iman ve şehadet et.

Avres, şaşkınlıklar içindeydi. Hafif kekeleyerek konuştu:

-Beni öldürebilirdin.

Efendimiz, tebessüm buyurdular. Yanakları goncagül pembeliğinde:

-Biz, insanları öldürmek için gelmedik. Biz, ebedi hayatın habercisiyiz...

...Avres'in kalbi yumuşadı; gözlerini ılık yaşlar basmıştı. Yerinden doğrulurken Kelime-i şehadet getiriyordu:

-Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resulühu.

Sevgili Peygamberimiz, kar renkli dişlerinin daha da güzelleştirdiği tatlı bir gülüşle kılıcını Avres radıyallahü anh'a uzattılar.

...mahcup bir el, Peygamberler Peygamberinin verdiği kılıca giderken, henüz mümin olmuş bu insan, hikmeti tâ canevinden yakalamıştı.

-Ya Resulallah! Sen insanların en hayırlısısın!..

......

Elbette ve muhakkak öyle...

O, insanların ve bütün mahlukatın en üstünü ve en hayırlısı...

......

Efendimiz, Avres'i tekrar bölüğünün başına gönderdiler...daha yaklaşırken düşman askerleri sormaya başladılar:

-Uzaktan seçebildiğimiz kadarı ile kılıcınla Muhammed'in karşısına dikilmişken birden geriye savrulup yere düştün. Ne oldu anlayamadık?

Hazreti Avres, yüksekçe bir taşa oturduktan sonra, başlığını çıkartıp alnının terini sildi ve tane tane cevap verdi:

-Evet. Gördükleriniz doğru. Tam O'nun karşısına dikilmiştim ki, birden nerden geldiğini anlayamadığım beyaz kıyafetli ve uzun boylu biri göğsüme şiddetli bir yumruk vurdu. Bu öyle şiddetli bir darbe idi ki, ben bir tarafa uçtum, kılıcım bir tarafa.

...askerler şaşırmışlardı. Biri sordu?

-Peki kimmiş o sana vuran?

-Peygamberimize vahiy getiren melek; Cebrail.

...askerleri bir kaynaşmadır sardı:

-Ya Avres! Demin dilin mi sürçtü? "Peygamberimiz" dedin.


Hazreti Avres, oturduğu taşın üzerinde ayağa kalktı...başı sanki bulutlara değiyordu...bir ân orda olanları süzdü ve konuşmaya başladı:

-Ben, elhamdülillah, müslüman oldum. Siz de müslüman olun..O ne diyorsa doğruyu söylüyor.

Hazreti Avres'in yüzü ışıl ışıl..

...

Salebeoğulları ve Muhariboğullarından nasibi olanlar imana geldiler.. Böylece Efendimizin Hazreti Avres'i niçin tekrar müşriklerin arasına gönderdiği anlaşılıyordu. İman etmeyenlerse O'na birşey diyemediler. Zira acı kuvveti imanla nakışlanan bu müslümana şimdi hepten karşı duramazlardı.

NECRAN GAZASI: Enmar'ı Necran Gazası takip etti; veya diğer ismi ile Beni Süleym Gazası.

Fer bölgesinin "Beni Süleym" mıntıkasında toplanan çok sayıda müşrikin Medine'ye saldıracağı haberi Resulullah'a gelince; Efendimiz, yerlerine İbni Ümmü Mektum Hazretlerini vekil bırakarak üçyüz kişilik bir kuvvetle düşmanın üzerine yürüdü...ancak düşmanla karşılaşmak mümkün olmadı. İslâm ordusunun Peygamberimiz kumandasında gelmekte olduğunu işitince kaçıp kaybolmuşlardı... Bu sefer de oniki gün sürdü.

KARDE SERİYYESİ: Kureyş müşriklerinin esas kazanç yolları ticaret. Ama Bedr hezimetinden sonra Şam'a ticaret kervanı yollayamaz oldular. Mekke-Şam sahil yolu müslümanların hakimiyetindeydi. Bu sebeple Kızıldeniz sahil şeridi ile Şam'a ne mal gönderebiliyor; ne mal getirtebiliyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, Mekke'yi iktisadi kuşatmaya almıştı. Şimdi bu kuşatma yavaş yavaş neticelerini vermeye başlıyordu. Şam'la ticaretin kopması müşrikleri sarsmaya başlamıştı...gidişat kendileri için iyi değildi ve bu hale muhakkak bir çare bulmaları lâzımdı...

Bu sebeple bazı Kureyş büyükleri toplandılar.

Safvan bin Ümeyye ilk sızlanan oldu:

-Muhammed, ticaretimizi felç etti. Adamlarına karşı ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kıyı şeridi tamamen ellerinde. Şam'a gidip gelecek bir yol, bir imkân bulmalıyız. Eğer böyle serbest gezen mahkûm gibi yaşamaya devam edersek yakında sermayeleri de tüketeceğiz. İyiliğimizin karşılığını veriyorlar! Biz, müslümanların ticaret için yazın Şam'a kışın Habeşistan'a gitmelerine izin vermemişmiydik?

Hayır, izin vermemişlerdi. Böyle bir kolaylıkları olmadığı gibi, Mekke'den göçe zorladıkları müslümanların yakınlık ve akrabalıklarına bile aldırmadan geride kalan mal ve mülklerini talan ederek mülkiyetlerine geçirmişlerdi.

Esved bin Muttalib:

-Evet; sahil yolu tehlikeli. Fakat tehlikesiz yol da var.

Safvan:

Neresi, dedi, hangi yol?

Esved:

-Irak yolu. Gerçi daha uzun ve çöllerle dolu bir güzergâh ama kış mevsimindeyiz. Bu mevsimde çölün mahzuru olmaz.

Konuşmayı dinleyenler neşelendiler:

-Hay aklınla çok yaşa Esved bin Muttalib. Şimdiye kadar Irak yolunu neden düşünemedik?

Yine kendileri cevap verdiler:

-Herhalde hiç kullanmadığımız için. Bir de çöller yüzünden. Ama şimdi nasıl olsa yaz değil; onun için iyi fikir.

Bir başkası yükü Safvan bin Ümeyye'nin üzerine yıkmanın tam zamanını yakaladı:

-Evet evet bu iş bitmiştir artık. Safvan bin Ümeyye bir Mekke kervanını Şam'a götürecek.

Safvan, kurtulmak istediyse de buna fırsat verilmedi:

Safvan:

-Ben o yolu bilmiyorum ki..

Esved:

-Senin bilmen şart değil.

-Kimin bilmesi şart ya?

-Sana öyle bir kılavuz vereceğiz ki, gözünü kapasan menziline varacaksın.

-Kim o?

-Furat bin Hayyan.

......

Furat'ı çağırdılar ve meseleyi izah ettiler.

Adam:

-Hiç endişe etmeyin! Benim sizi götüreceğim yolları Muhammediler asla bulamazlar!

Mesele kalmamıştı.

...develer hazırlandı ve bu yeni yolla Şam'a varmak için hareket ettiler.

...kervan, satmak için Ebu Süfyan'ın külliyetli mikdarda gümüşünü, Esved bin Muttalib'in üçyüz miskal altın ve gümüş külçesini, Safvan bin Ümeyye'nin otuzbin dirhem kıymetindeki çeşitli mallarını, gümüşlerini, kaplarını ve diğer Kureyşlilerin muhtelif ticaret eşyalarını taşıyordu.

Ebu Süfyan, Abdullah bin Ebi Rebia ile Huvaytıb bin Abdüluzza, Abdullah bin Ümeyye'ye refakat ediyorlardı.

...kervan zât-ı Irk'a doğru yol alıyordu.

Bu sırada Nuaym bin Mes'ud isminde bir müşrik, Mekke'den Medine'ye gelerek Beni Nadr yahudilerinden Kinane bin Ebilhukayk'ın evine misafir olmuştu.

O akşam, ev sahibi ile Mekkeli misafiri tas tas şarap devirdiler. Söz ve iradelerine hakim olamayacak kadar sarhoş olmuşlardı. Onlar bu haldeyken bir Mekkeli'nin izini tesbit eden Salit bin Numan radıyallahü anh da geçerken "merhaba" demek için uğramış gibi yanlarına geldi.

Mekkeli çoktan hezeyana başlamıştı.

-Biliyor musun yahudi uşağı?

-Neyi bilecek mişim?

-Şam'a bir kervan yolladık.

-Sen sarhoşsun!

-Kim? Ben mi? Ben sarhoş olmam! Bir küp şarap bana vız gelir.

-Canım madem öyle; Şam yolunun müslümanların elinde olduğunu niçin unutuyorsun da hayalden Şam'a kervan-mervan yolluyorsun.

Salit bin Numan, dikkatle dinliyordu.

-Hıh! Hayalimmiş! Bu yeni bir yol yeni.

-Yeni bir yol mu?

-Tabii ya! Irak yolu.

-O koca çölü nasıl aşacaklar..

-Sen yahudisin aklın ermez. Uzza var ya, Uzza!

-Var var. Latınız da var.

-Evet; şey de Menat da.. Üff be bizim de ne çok ilahımız var. Ne yapalım canım ben olsunlar demedim ki; işte öyle. İnanmış gidiyoruz..

-Neyse şerefe!

-Şerefe. Kervan reisi Saffan bin Ümeyye'nin şerefine...şeyin de şerefine.

Kinane, çıngıraklı bir kahkaha kopardı.

-Develerin..

-Bırak şimdi eğlenmeyi...şeyin de; kervan kılavuzu Furak bin Hayyan'ın da şerefine..

......

Salit bin Numan, zihninden "ey ahmaklar! Olmayan şerefinizi nelerle yaldızlıyorsunuz" dedi ve geldiği gibi bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Dışarı çıkar çıkmaz seri adımlarla Hâne-i Saadet'e doğru yürüdü.

Gayet kıymetli bilgiler toplamıştı.

Peygamber Efendimiz, Salit radıyallahü anh'ı dinledikten sonra Zeyd bin Harise radıyallahü anh'ın derhal düşman kervanını vurmasını emrettiler.

Tarih, Hicri üçüncü yıl, Cümadelahire ayı başları; mevsim kış.

Ve Hazreti Zeyd'in ilk seferi.

Mubarek sahabi Peygamber teveccühünü bir yüce liyakat sayarak şimşek hızı ile harekete geçti ve yüz kişilik bir süvari birliği toparlayarak kâfirlerin üzerine aktı...

Zeyd bin Harise, düşman kervanına Necd bölgesinde Rebeze ile Gamre nahiyesi arasında bulunan El'karde çayında yetişti.

İslâm seriyyesinin/bölüğünün büyük bir azimle gelmekte olduğunu gören Kureyş kâfirleri, kaçtılarsa da kılavuz Furat bin Hayyan yakalandı.

Bütün kervan, eksiksiz bütün serveti ile müminlerin eline geçti.

Kervan, mallar ve esir alınan Furat, Medine'ye getirildiler. Ganimet malın hesabı yapıldı; yüzbin dirhem tutuyordu. Bunun beşte birini ayıran Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, kalan seksen bin dirhemini sefere katılan mücahidler arasında paylaştırdılar ve buyurdular:

-Kumandanların hayırlısı Zeyd bin Harise'dir.

Bu seferin tek esirine gelince. Kendisine "Müslüman ol, serbest bırakalım" teklifi yapılınca; hemen kabul ederek iman etti...sebep, müslümanların güzel ahlâkıydı. Esir olmasına rağmen onlardan hiçbir kaba ve incitici söz ve hareket görmemişti. Yediklerinden yedirmiş; içtiklerinden içirmişlerdi. Bütün hal ve hareketleri ince, dikkatli ve ölçülüydü. Bu yüzden Furat bin Hayyan radıyallahü anh, teklifi benimseyerek islâmla şereflendi.

KA'B BİN EŞREF'İN ÖLDÜRÜLMESİ: Evet, yahudi şairlerinden Kâ'b bin Eşref'in katledilmeden önce söylediği; müslümanları yeren, maktül Kureyşlileri öven mersiyelerini, islâm hanımlarından Meymüne binti Müryed'in şiirleri karşıladı...

...ama; kim bu Kâ'b bin Eşref? Bu öyle bir kimse ki, "yahudi şairlerinden" cümlesi O'nu ifadeye yetmez. Bu sebeple Kâ'b bin Eşref'i daha yakından tanıyalım. Zira, O'nun islâm tarihinde kendine mahsus bir yeri var.

......

Şanlı Bedr Destanı, sade Mekke müşriklerinde değil; onlarla beraber Medine yahudi ve münafıklarında da büyük bir mânevi çöküntüye yolaçtı. Aralarında şöyle konuşuyorlar:

-Bundan sonra Muhammed'in karşısında kimse duramaz...

Öylesine korkmuşlar...tâ iliklerine kadar.

İşte bu korku, büyük bir kin ve düşmanlık doğurdu. O kadar ki, İki Cihan Güneşi'ne selâm verirken bile bozukluklarının icabını yapıyorlar. Hazreti Aişe validemiz radıyallahü anha rivayet buyuruyorlar:

-Bir gün bazı kimseler, Resulullah'ın yanına geldiler. Gelenler, güya Peygamberi selâmladılar ama bu verdikleri selâm, selâm değildi; hemen dikkatimi çekmişti.

...yahudiler, Efendimizin yanına girerken selâm verir gibi yapıp kelimeleri ağızlarında geveleyerek "essamu aleyke" demişlerdi; yani "ölüm sana olsun". Bu adi kurnazlığı yakalayan Resulullahın sevgili eşi ve müminlerin can annesi, hakettikleri cevabı bir tokat gibi soysuzların suratına çarptı:

-Ölüm ve lânet size olsun!

Bu söz yahudileri öyle yakalamıştı ki, neye uğradıklarını şaşırdılar...hafifliklerine ânında iyi bir ders almışlardı.

Ama asıl dersi Kâinatın en üstünü verdiler:

-Sakin ol ey Aişe! Allah, her işde yumuşak olmayı sever!

-Evet ama; bunların ne dediklerini duymadınız mı ya Resulallah?

-Duydum ve "ve aleyküm / size de olsun" diyerek mukabele ettim, buyurdular.

......

Bundan sonra Sevgili Peygamberimiz, müminlere bir kıstas verdiler:

-Yahudiler size "essamu aleyküm" derlerse siz de onlara "ve aleyküm" dersiniz.

İşte Kâ'b bin Eşref, Bekara suresinin kelimeleri ile bu "yahudi şeytanlarından" biri...kuvvetli bir şair. Söylediği şiirlerle Efendimizi ve fedakâr arkadaşlarını kötülüyor. İslâm düşmanlarını tahrik ediyor.

...Bedr zaferini Medine'ye gelen müjdecilerden işitince inanamadı. Fakat bunun taş gibi katı bir gerçek olduğunu anlayınca sanki kudurmuş ve soluğu Mekke'de Muttalib bin Ebi Vedaa'nın yanında almıştı. Bu müşrik ve karısı Âtike, Kâ'b'ı bir ulu misafir gibi ağırladılar. Kâ'b ise Bedr'de öldürülüp kuyulara atılan anlı-şanlı kâfirler için yakıcı şiirler söyledi. Hem ağlıyor; hem dinleyenleri ağlatıyordu.

-Bize artık hayat değil; ölüm yakışır!

...diyor ve Mekke'yi müslümanlar üzerine kışkırtıyordu.

......

Kâ'b, içindeki ufuneti Mekke'ye dökdükten sonra geldiği gibi yine gizlice Medine'ye döndü. Kâ'b'ın dönüşü hemen Peygamber Efendimize haber verildi.

Buyurdular ki:

-Ya Rabbi! Müslümanları Kâ'b bin Eşref'in kötülüklerinden koru.

Ve aziz eshabına dönerek sual buyurdular:

-Allahü teâlâ ve Resulüne eza eden Kâ'b'ın şerrinden müminleri kim kurtarır?

...hem dili, hem eli ile islâmiyete zarar veren bu adamın süt kardeşi Muhammed bin Müslime söz aldı:

-Ey Allah'ın Resulü! Kâ'b bin Eşref'i ben katledebilir miyim?

Peygamberimiz, tam yetki verdiler:

-Elinden ne gelirse yap!

-Başüstüne ya Resulallah! Bu hususta kiminle istişare etmemi tavsiye buyurur sunuz?

-Sa'd bin Muaz'la...

...

Muhammed bin Müslime radıyallahü anh, Sa'd radıyallahü anh'a gitti. Hazreti Sa'd bin Muaz dedi ki:

-Bir kaç arkadaş biraraya gelerek Kâb'a gidin ve fakir ve muhtaç düştüğünüzü ve bu sebeple borç erzaka ihtiyacınız olduğunu söyleyin ve kendisinden yardım isteyin. Fakat ne yapıp ederek O'nu hisardan dışarı çıkarmaya bakın. Dışarı çıkınca da işini bitirirsiniz...

Evs kabilesinden beş kişi toplandı.

...Muhammed bin Müslime, Sultan bin Selâme, Abbad bin Bişr, Haris bin Evs, Ebu Abes bin Cebr.

Bu beş kişi, aralarında konuşarak bir karara vardılar. Önce Muhammed bin Müslime ile yine saldırgan kâfirin süt kardeşlerinden olan Sultan bin Selâme, Kâ'b'a giderek O'nu zor ve yardıma muhtaç vaziyette olduklarına inandıracak ve ödünç erzak vermeye ikna edeceklerdi.

Öyle yaptılar.

İki mümin, yahudinin hisarına gittiler. Kâ'b onları karşısında görünce şaşırdı.

-Ooo süt kardeşlerim gelmiş?

-Elbette geleceğiz. Gelmeyelim mi yani?

-Niçin?

-Şöyle bir oturalım da anlatalım.

-Buyurun..

-Evet! Ey Kâ'b! Ey kardeşimiz. Muhammed yüzünden akrabalarla aramız açıldı. Geçim darlığındayız. Çoluk-çocuk perişan.

-Daha beter olun!

-Sebep?

-Sebebi var mı? O adama uymayın diye kaç kereler yalvardım? Dinlediniz mi?

-Haklısın. Ama biz ve daha bir kaç arkadaşımız zor şartlardayız. Senden ödünç erzak istiyoruz. Borcumuza karşılık ne rehin istersen veririz.

-Kadın veya çocuklarınızdan birini rehin verirseniz bir şeyler düşünürüz.

İki müminin tüyleri diken diken oldu:

-Olur mu ya Kâ'b? Böyle bir şey nasıl teklif edersin? Bari mertçe "başka kapıya" de. Servetimizden olduk; şerefimizden de mi olalım?

-Olmayın!

-Öyleyse?

-Alacağımı teminat altına alan sağlam rehin isterim.

-Silahlarımızı sana bırakalım. Beş kişinin hançer, kılıç, kalkan, ok, yay ve mızraklarına ne dersin?

Kâ'b biraz düşündü ve donuk bir yüz ifadesi ile muhataplarına cevap verdi:

-Olabilir..

-Öyleyse bize müsaade. Arkadaşlarımıza haber vererek rehinleri getirelim. Sen de erzakı hazırlat!

......

Bu bahane ile yahudiden ayrılan iki mümin, yeniden öbür üç arkadaşları ile buluşarak Peygamberimize gittiler. Ve gelişmeleri arz ettiler.

Efendimiz, Hicri üçüncü yıl, Rebiülevvel ayının ondördüncü gecesi bu sahabileri Bakı'ya kadar uğurladılar ve hayr-duada bulundular:

-Allah'a emanet olun! Ya Rabbi sen yardımcıları ol.

......

Beş mücahid, Kâ'b'ın hisarı önüne geldiler.

Sultan bin Selâme aşağıdan seslendi:

-Ya Kâ'b!!! Biz geldik, rehinler de yanımızda! İstersen sen de buraya gel!

Şaşkın Kâ'b cevap verdi:

-Geliyorum!

Halbuki "siz yukarı gelin" diyebilirdi. Ama bu basit teklifi yapamadı. Peygamber duası ile yola çıkmış müminler karşısında şaşırmıştı...karısının ikaz ve itirazları da kâr etmedi:

-Gitme ya Kâ'b! Gecenin bu saatinde bilmedik insanların arasında ne işin var? Sesleri sanki kan kokuyor!

-Korkma! Onlar öyle kimseler ki, beni uykuda görseler uyandırmaya kıyamazlar.

-Bari dışarı çıkma; damdan konuş.

-Hayır; korkma dedim ya!

-Kâ'b söz dinle! Hiç değilse bir kaç adamla yanlarına git..

-Kendime "korkak" dedirtmem.

...kadın ağlamaklı bir sesle bağırmaya başladı:

-Bu iş bana sıkıntı verdi. Sonu iyi değil!

Kâ'b sertleşti:

-N'olursa olsun gideceğim!

...ve gitti.

Sıcacık yatağından çıkarak, genç hanımının çırpınışlarına zerrece aldırmadan ve yanına kimseyi de almadan kale kapısına yürüdü; sürgüyü çekerek ağır kapıyı araladı ve müminlerin yanına vardı.

...

Hoş-beşten sonra bir saat kadar ödünç ve rehin meselelerini görüştüler.

Muhammed bin Müslime birden farketmiş gibi:

-Bu gece ne güzel bir mehtab var, dedi.

Diğer arkadaşları O'nu doğruladılar:

-Sanki gündüz. Şu yıldızlara bakın; elini uzat da topla.

-Haydi öyleyse Acuz vadisine doğru uzanalım. Ne öyle, bir saattir kalakaldık şurada!..

Kâ'b bir ânda kendini misafirleri arasında yürüyor buldu.

Böcek sesleri ile dolu, aydınlık güzel bir geceydi. Sultan bin Selâme, Kâ'b'ın saçına eğilerek:

-Ya Kâ'b! Ne güzel koku sürünmüşsün!

-Elbette bu muhitin en güzel kadınları ile ben evliyim.

Muhammed bin Müslime de süt kardeşinin saçlarına uzandı:

-Hakikaten güzel bir kokuymuş.

Kâ'b bin Eşref şişti.

Sultan, Kâ'b'a doğru uzanırken:

-Nadir ve bayıltıcı bir şey...

...derken kuvvetli pençeleri ile Kâ'b'ın örgülü saçlarından öyle bir kavradı ki, yahudi'nin kurtulması artık imkânsızdı.

-Ahh! N'oluyor ya Sultan! Bırak saçlarımı! Kalleş!! İmdaat! Bırakın beni! Ahhh!...

Sultan bin Selâme, can havliyle elinden kurtulmaya çalışan düşmanı zaptetmeye uğraşırken bağırıyordu:

-Vurun Allah düşmanına! Müslümanlar aleyhine şiirler yazarsın ha!

...kılıçlar inip kalkmaya başladı. Muhammed bin Müslime, hançeri ile kâfirin karnını göğsüne kadar yardı; bir kılıç darbesi ile de kafası gövdesinden ayrıldı.

Kâ'b, can verirken öyle müthiş bir çığlık kopardı ki, bütün vadi yankılandı.

Gecenin sükûnetinde şaşkına dönen insanlar, pencerelere üşüştüler.

Müminler, öyle bir hırsla kılıç vurmuşlardı ki, arkadaşlarından Haris bin Evs de yaralanmıştı; O'nu ve Kâ'b'ın kanlı kafasını alarak hızla Acuz Vadisini terkettiler.

Yahudiler, peşlerine düştülerse de, müslümanlar, izlerini kaybettirmeyi başardılar.

Vur-kaç ekibi, tekbir sesleri ile gelirken sabaha karşıydı. Tekbir seslerinden Kâ'b şirretinin kellesinin getirilmekte olduğunu anlayan Sevgili Peygamberimiz, kalkıp namaza durdular.

Ve; namazdan sonra mücahidleri evin kapısında karşılayarak kendilerini tebrik ettiler. Yaralı sahabinin yarasına mubarek tükrüklerinden bir mikdar sürdüler, yara iyileşti.

...

Ertesi sabah Resulullah hazretleri buyurdular ki:

-Yahudi ricalinden öldürmeye muktedir olduklarınızı öldürünüz. Zira onlar, aramızdaki anlaşmayı çiğnediler...

...

Biraz sonra da yahudiler geldi. Panikte idiler. Bir yahudi:

-Adamların bu gece büyüklerimizden Kâ'b bin Eşref'i kaçırıp öldürdüler.

Başka bir yahudi:

-Hem de sebepsiz yere öldürüldü!

Peygamberimiz, şamatacıları susturdular:

-Eğer yerinde rahat dursaydı kimse kılına bile dokunmazdı. Ama o öyle yapmadı. Şiirleri ile bizleri çok incitti. Münkirleri üzerimize kışkırttı. İçinizden başkaları da aynı hatayı işlerse, onlara da layık oldukları ceza verilir! Haberiniz olsun!.

...

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, bazı müminler ve Medine yahudi liderleri, Remle binti Haris'in bahçesindeki hurma ağacının altında bir araya gelerek bir barış andlaşması/sulhname yaptılar. Andlaşma saklanmak üzere Hazreti Ali'ye verildi.

......

Kâ'b'ın katli yahudileri bir güzel hizaya getirdi; sinmişlerdi. Peygamber Şairi Hasan bin Sabit, yazdığı bir şiirle Kâ'b'ın öldürülmesindeki hüner ve ustalığı methü senâ eyledi...

İKİ GÜZEL DÜĞÜN: Eşi, Peygamber Efendimiz'in sevgili kızı Rukayye radıyallahü anha'nın vefatı, kocası Hazreti Osman'ı çok üzdü...ağlıyor, sık sık hanımının kabrine gidiyor ve uzun zaman kabrin başında kalıyordu. Osman bin Affan radıyallahü anh'ın bu ağır üzüntüsü bütün dostları gibi Hazreti Ömer radıyallahü anh'ı da üzüyordu...bu sebeple bu üstün kıymetteki arkadaşının evine gitti:

-Ya Osman! Kabul edersen sana Ömer'in kızı Hafsa'yı nikâhlayabilirim.

Hazreti Osman, bir baba olarak Hazreti Ömer'in kendisi için gösterdiği takdire şayan bu fedakârlığa memnun oldu ve şükranlarını dile getirdi:

-Teşekkür ederim. Ancak bana lütfen biraz düşünebileceğim vakit ver.

......

Bu konuşmalarının üzerinden bir-iki gün geçtikten sonra iki güzel arkadaş, yolda rastlaştılar. Hazreti Osman, Hazreti Ömer'in merakını bildiği için selâmdan sonra mevzuu açtı:

-Beni düşündüğün için; böyle büyük bir fedakârlıkta bulunduğun için tekrar şükranlarımı arz ediyorum...ancak lütfen bağışlayınız. Bir zaman daha evlenme fikrinde değilim.

Hazreti Ömer, tabii ki bir şey demedi...ama kalbine hüzün çiselerinin düşmesine mani olamadı.

......

Şimdi dul olan Hazreti Ömer'in kızı Hafsa radıyallahü anha, Efendimize nebilik vazifesi gönderilmeden beş yıl önce dünyaya gelmişti.

...kocası Huneys bin Huzafe radıyallahü anh ile birlikte Medine'ye hicret etmişti. Hazreti Huneys, Bedr Cenginde aldığı ağır bir yara sebebi ile bilahare Medine'de vefat etti. O'nun vefatı Hafsa'yı genç yaşta yalnız bıraktı.

Bu hal, her babayı düşündüreceği gibi, Ömer bin Hattab'ı da kızına bir şey farkettirmese de düşündürüyordu...bu yüzden, dul kızını, dul ve hâlâ eşini kaybetmenin acıları ile sarsılan Osman bin Affan'a teklif etmişti.

...ama cevap malûm.

Bunun üzerine Hazreti Ömer, aynı teklifi müslümanların gözbebeği Ebu Bekr radıyallahü anh'a yaptı. Şüphesiz ki koca mümin'in yavrularından yana kalbi dağlıydı...cahiliyet zamanında küçücük kızını kendi elleri ile diri diri nasıl toprağa gömdüğünü hatırlayalım. Nerede o islam öncesi katı ve sert tavır; nerede bugün ciğerparesinin dul kalmasını bile kendine dert edinen pamuk gibi yumuşak kalb? Sanki Hafsa'nın şahsında toprağa gömdüğü kızının da gönlünü alıyordu.

Zaten gayet az konuşan Hazreti Ebubekr, sevgili arkadaşının bu teklifine karşı birşey söylemedi.

Hazreti Osman, hiç olmazsa, olumsuz da olsa bir cevap vermişti; Ebubekr'in Ömer'i bundan bile mahrum etmesi, iki kelime ile bir cevap bile vermemesi Hazreti Ömer radıyallahü anh'ı haylice üzdü. O muhteşem insanın narin kalbi örselenmişti.

Bir gün dayanamayıp derdini dertliler sığınağı O yüce Resule açtı:

-Hafsa'yı zevce olarak almaları için önce Osman'a sonra Ebubekr'e söyledim. İkisi de kabul etmedi. Halbuki Osman, şu ân dul..

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu seçilmişlerin seçkini can dostu ferahlandırdılar:

-Ya Ömer! Üzülme. Hak teâlâ, kızını Osman'dan hayırlı bir kimseye nasib etti ve Osman'a da kızından hayırlı bir hanım müyesser eyledi.

Hazreti Ömer'in kalbinde bir ânda huzur papatyaları açtı.

......

Bir gün Allah'ın Resulü, Hazreti Osman'ı yanlarına davet ettiler ve sordular:

-Seni çok kederli görüyorum. Niçin?

-Ya Resulallah ben, hem hanımımı kaybettim; hem de Peygambere damat olma nimetini..

Efendimiz, Hazreti Osman'ı da sevindirdiler.

-Ya Osman! Kardeşim Cebrail, yüce Allah'ın emrini getirdi ki, bu emr-i ilahide diğer kızım Ümmü Gülsüm'ü de Rukayye'nin mehri ile sana nikâhlamam buyuruluyor.

...tarifsiz sevinçler, Hazreti Osman'ın oldu. Bir kere daha Resulullah'a damat olma şanına kavuşuyordu. Böyle bir saadet yeryüzünde sadece O'na nasip oluyordu; evet sadece O'na. Yani Osman-ı Zinnureyn oldu; iki nura kavuşan. Peygamberimiz, Ümmü Gülsümle Osman bin Affan'ın nikâhlarını Hicri takvimle üçüncü yıl Rebiül evvel ayında yaptı...düğünse Cümadelahire ayında oldu.

......

Sevgili Peygamberimiz Şaban ayında da Hafsa'yı Ömer bin Hattab'dan istediler...böylece mahzun Hafsa radıyallahü anha'yı Peygambere hanımlık; müminlere annelik tahtına çıkardılar.

Peygamberimiz'in, Hafsa validemize verdiği mehir, dörtyüz dirhem...farklı sebeplerle gönlü kırık iki yüksek dosttan biri damatlık, diğeri de Efendimize kayınpederlik şerefine kavuşuyordu. Hafsa hazretleri ise herkesten üstün bir yere...her şey ne kadar muntazam ne kadar yerli yerince. Ne gönül kırıklıkları kaldı, ne bir şey.

......

Aradan bir zaman geçtikten sonra, bir gün yeri ve vesilesi gelince Hazreti Ömer, Hazreti Ebubekr'e sormadan edemedi:

-Ya kardeşim Ebubekr! Hafsa'yı sana teklif ettiğimde niçin hiç bir cevap vermedin?

Hazreti Ebubekr aziz dostunun yüzüne sevgi dolu gülücüklerle baktı:

-Çünkü O'nu Resulullah'ın isteyeceğini biliyordum.

Hazreti Ömer, heyecanına mani olamadı:

-E, peki bana niçin bu müjdeyi vermemiştin?

Üstün insan, bir umman kadar sâkindi:

-O'na ait bir sırrı nasıl açıklayabilirdim ki?

......

GÜNEŞ GİBİ CÖMERT: Zeyneb binti Cahş, Sevgili Peygamberimiz'in halası Ümeyye radıyallahü anha'nın kızı. Babasının ismi Bürre; iman etmeyince kendisine "Cahş" denildi. Zeyneb radıyallahü anha, ilk iman eden müminelerden. Yetim, yoksul, kimsesizleri yedirip, içiren, giydiren, bol bol sadaka dağıtan, akrabaları görüp gözeten ve akraba ziyareti/sıla-i rahme dikkat eden çok cömert bir insan. Efendimiz, halasının bu kızını azatlı kölesi Zeyd bin Harise'ye nikâhladılar...ancak bir zaman sonra Zeyd radıyallahü anh, eşinden ayrılmak istediğini arz etmeye başladı. Peygamberimiz sebebini sordular:

-Niçin?

-Ya Resulallah, Zeyneb'den hiç bir kötülük görmedim. Hatta hep iyilik gördüm...fakat Zeyd köle iken hür olmuş biri; O ise ana tarafından Haşimoğulları mensubu; bana karşı nesebinin şerefi ile övünüyor; hatta başıma kakıyor. İşte bu harekete dayanamıyorum ve bu sebeple boşanmak istiyorum.

Efendimiz, aynı zamanda oğulluğu olan Zeyd'i teselli etmeye çalıştılar:

-Bu sözlere ehemmiyet vererek hatununu boşama!

...ancak, Allahü teâlâ, Habibine bu boşanmaya / talaka engel olmamasını buyurdular.

Bu sebeple Zeyd-Zeyneb çifti, boşandılar. Bu netice, aynı zamanda bir bâtıl âdetin yıkılma imkânını da getirmişti. Öteden beri sürüp gelen örfe göre; evlatlık, öz evlâd gibi kabul edilerek evlâd edinenin evlâtları ile evlatlığın çocukları arasında nikâh akdedilemiyor ve yine bunun gibi meselâ bir oğulluk ölse veya boşansa eşi ile evlilik yapılamıyordu.

Sevgili Peygamberimiz, bu yanlış geleneği ortadan kaldırmak için Zeyneb binti Cahş'ı kendilerine hanım olarak almayı düşündüler. Çünkü, mubarek kadın, bir asilzade olmasına rağmen eski bir köle ile evlenerek islâmiyette imtiyazlı sınıf olmadığının ilk örneği olmuştu. Şimdi de evlâdlıklarla ilgili yersiz bir âdetin yıkılmasına vesile olabilirdi. Efendimiz, önce bu yüzden kendisi ile evlenmek istiyorlardı. İkinci olarak da seçkin bir aile üyesinin boşanmış olarak kalması uygun olmayacağından Zeyneb radıyallahü anha'yı taht-ı nikâhlarına almayı arzu ediyorladı.

Peygamberimiz, boşanmanın üzerinden üç ay kadar bir zaman geçtikten sonra Hazreti Zeyneb'e haberci göndererek fikrini sorular:

-Zeyneb binti Cahş, Allah'ın Resulü ile evlenmek ister mi?

Bir hanım için Peygambere zevce olmaktan üstün bir şeref olabilir mi ki?.. Hazreti Zeyneb, çok sevindi ve hemen odasına çekilerek iki rekât namaz kıldı. Allah'a yöneldi ve öyle bir istekte bulundu ki, olursa o kadar olur:

-Ya Rabbi! Resulün bana talib. Eğer böyle bir izdivaca rızan varsa beni O'na sen ver.

......

Peygamberimize ahzab suresi otuzyedinci ayeti kerimesi inzal oldu. Mealen buyuruluyordu ki:

-Zeyd o kadından alakasını kesince biz, O'nu sana nikâhladık.

Resulullah Efendimiz, Zeyneb radıyallahü anha'ya dörtyüz dirhem altın mehir verdiler.Yüce Allah'ın duasını kabul ettiği bu yüksek kıymet sahibi hanımefendi, Kâinatın tâcı ile hayatını birleştirdiğinde otuzsekiz yaşında bulunuyordu.

......

Zeyneb binti Cahş, kavuştuğu nimetin şükrünü dile getirmek için zaman zaman şöyle derdi:

-Başkalarını babaları, kocalarına verdi. Beni ise Resulullah'a doğrudan ve bizzat Allahü teâlâ nikâhladı..

Efendimizin bir diğer mubarek eşi, güzel annelerimizden Aişe radıyallahü anha, Zeyneb validemizi şöyle anlatırlar:

-Haram ve şüphelilerden uzak durmakta, hakikati söylemekte, akraba ziyaretine düşkünlükte, bol sadaka vermekte ve hayır-hasenad işlemekte Zeyneb'den üstün bir hanım görmedim.

El hünerinde de gayet becerikli olan Zeyneb binti Cahş, o kadar cömertti ki, göz nuru dökerek işlediği nadide eşyaları ve eline geçen her şeyi akrabalarıyla fakir-fukaraya dağıtırdı.

O kadar cömert ki; güneş gibi...

...kuvvetli bir edebiyatçı olması da gönül zenginliğinin bir başka delili.

ÇOCUK KOKUSU: Hicri üçüncü yıl Ramazan ayının ortaları. Hazreti Fatıma radıyallahü anha, hamile...doğum günleri yakın. Bu haber Peygamberimize arz edilince, Esma binti Ümeys ve Ümmü Eymen radıyallahü anha'yı ayetel kürsi, felak ve nas surelerini okumaları için sevgili kızlarına gönderdiler.

......

Çocuk dünyaya gelince Resulullah Efendimiz, Hazreti Ali ve Hazreti Fatıma'nın evlerine geldiler. Allah Resulü'nün istemeleri üzerine Esma binti Ümeys, çocuğu sarı renkte bir örtüye sarılmış olarak huzura getirdiler. Peygamberimiz:

-Bebeği sarı örtüyle sarmayınız, buyurdular.

Bunun üzerine Esma radıyallahü anha, çocuğu götürerek beyaz bir örtüye belenmiş olarak geri getirdiler.

Peygamber Efendimiz, bebeği kucağına alarak sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudular ve ismini Hasen/Hasan koydular ki mânâsı güzel demektir. Hasan o güne kadar bilinmeyen bir isim. Efendimiz, bebeğe isim verdikten sonra damağına yumuşak hurma sürdüler. Bebeğe süt anneliği Hazreti Abbas'ın hanımı Ümmül Fadl yaptı.

Yedinci gün bebeğin saçı kesilerek fakirlere ağırlığınca gümüş sadaka verildi ve ayrıca akika olarak da iki koç kesildi. Ve yine o günlerde bebek sünnet ettirildi.

Efendimiz, Hasan radıyallahü anhı ne kadar çok sevdiler, ne kadar. Zira "Çocuk kokusu, cennet kokusu" mubarek sözleri de onlara ait. Bu kadar merhamet dolu bir sözün sahibi, tabii ki çocukları çok sever; hele o öz canı bir güzel bebek ise...


UHUD,

KÜÇÜK

CİHADDAN

BÜYÜK

CİHADA.


Bedr Savaşının üzerinden bir sene geçmiş olmasına rağmen Mekke'de hâlâ öfkeler, alev alev. Müşrikler, ne mağlubiyeti hazmedebiliyor; ne de kaybettikleri kardeş, koca, baba gibi en yakınlarını unutabiliyorlar.

...ateşli üç müşrik genci, Saffan bin Ümeyye, İkrime bin Ebi Cehil, Abdullah bin Rebia, Mekke'nin yeni reisi Ebu Süfyan'a gittiler:

-Ya Eba Süfyan!

-Sizi dinliyorum gençler! Hoş geldiniz.

-Bu kahredici mağlubiyet lekesini alnımızda daha ne kadar taşıyacağız?

-Ayakta kalmayın! Oturun bakalım...

-Zaten bugüne kadar oturmaktan başka ne yaptık ki?

Ebu Süfyan sordu:

-Bir düşündüğünüz var mı?

-Var ya Eba Süfyan!

-Evet sizi dinliyorum.

-Şam seferinden ne kadar kazanç elde edildi?

-Ellibin altın. Bunu hepiniz biliyorsunuz?

Gencin biri reise sordu:

-Bu para Da'rün Nedve'de saklı değil mi?

-Evet.

Bir başka genç bir teklif yaptı.

-Öyleyse ya reis bu kârı ikiye ayırsak ve yarısını silaha, diğer yarısını asker toplamaya harcasak; nasıl olur?

-Şayet bu parada hissesi olan herkes razı olursa gayet güzel olur.

Ateşli gençlerden biri patladı:

-Hele hayır diyecek biri çıksın!

-Hadi bakalım öyleyse. Gösterin hünerinizi.

...

İkna kabiliyeti yüksek ve konuşması güzel Amr bin Âs, Cübeyr bin Dehl, Abdullah bin Zeb'ari ile Şair Ebu Uzze Cemhi'yi seçerek, asker vermeleri için kabilelere yollamak istediler.

...Ebu Uzze, önce kendisine yapılan teklifi reddetti. Zira; Bedr cenginde esir düşmüş; fakat bir daha müslümanlara karşı asla savaşmayacağına dair kahraman Peygambere söz vermesi üzerine fidye alınmadan serbest bırakılmıştı. Şimdi gelenlere bu vaadini hatırlatıyordu:

-Gelemem, sözüm var. Bir daha düşmanlık etmemek ve aleyhlerinde faaliyette bulunmamak üzere Bedr'de Muhammed'e söz verdim.

-Canım, düşmana verilen bir söz.

-Söz ya. Bana yapılan iyiliğe nankörlük edemem.

Saffan bin Ümeyye; Ebu Uzze'nin damarına bastı.

-Korktuğun için gelmiyorsun. Söz bahane.

-Eğer korksaydım Bedr'e gitmezdim.

-Ama şimdi korkuyorsun. Bak benzin sapsarı!..

-Yalancı! Beni de kendine benzettin!.. Yürü nereye isterseniz oraya gidiyoruz.

Saffan bin Ümeyye neş'elendi:

-Eğer sağ dönerseniz seni zengin yapacağım. Ölürsen, kızların kızlarımdır. Onları kendi kızlarımdan ayırmayacağım. Sen yeter ki hey'ette ol. Dilinle yardımcı olmasan bile, varlığınla bizi destekle.

...önce Tilame bölgesine gittiler.

......

Mekke'de artan bir hızla hareketlenme başladı. Silahlar, atlar, develer alınıyor; gönderilen temsilciler, Sakıf, Beni Mustalik, Beni Hevn İbni Huzeyme, Beni Haris İbni Abdi Menat ve Kinane kabilelerinden asker topluyorlardı.

Açılan Mekke bayrakları altında biriktiler. Hem de az zamanda ve sür'atle. Sancağın birini Talha bin Ebi Talha, birini Üveyf bin Süfyan taşıyordu. Üçüncüsünü de bir başkası. İntikam hırsı ile yanıp tutuşan üç bin müşrik, kısa zamanda Mekke meydanında biraraya geldiler.

Sefere bütün Kureyş asilzadeleri katılıyordu. Üç bin deve ve iki yüz at tedarik etmişlerdi. Askerin yedi yüzü zırhlıydı.

Zırhlar içindeki Ebu Süfyan, alımlı bir at üzerinde görünürken.

Bir anda her taraf çın çın öttü:

-Yaşşa Ebu Süfyan! Yaşşa Kureyş!!..

Ebu Süfyan, ordusunun karşısına geçerek bir nutuk verdi. İşte nutkun en keskin sözleri:

-Yesrib'i basacak; Muhammed ve müslümanları kılıçtan geçireceğiz. Bu seferin gayesi budur.

Müşrik ordusu, Ramazan ayının yirmibeşinde Ebu Süfyan komutasında büyük bir velvele ile harekete geçti.. En fazla şamata yapanlar Safvan bin Ümeyye'nin teklifi ile sefere katılmış ve ordunun önü sıra yürüyen on-onbeş kadındı. Ellerinde tefleri ile intikam ağıtları söylüyorlardı..

Nevfel bin Muaviye, ağzını açacak oldu:

-Kadınlar gelmese olmaz mı ya Eba Süfyan? Bir mağlubiyet olursa akıbetleri n'olur?

Der demez, Bedr savaşında pederi Utbe, amcası Şeybe ve biraderi Velid katledilmiş olan Ebu Süfyan'ın karısı Hind binti Utbe, bir dişi kaplan gibi atıldı:

-Sus! Sen ne konuşuyorsun öyle korkak? Karılarınıza, çocuklarınıza kavuşmak için Bedr'i bırakıp kaça kaça geldiğinizi unuttuk mu sandınız?

-Kim, ben mi?

-Sen ve senin gibi, ödlekler.

-İftira...

-İftira miftira değil! Bu defa hele bir kişi kaçmaya yeltensin bakalım...

...aslında Ebu Süfyan da Nefelle aynı fikirdeydi ama bu çok sert muhalefet karşısında renk vermedi ve yorulduğunda hanımı binsin diye devesine hevdec yaptırdı. Bazı müşrikler de hevdec yaptırdılar.

...

Asker, binek, zırh ve silah bolluğu müşrikleri kendinden geçirmişti. Teflerin sustuğu anlarda bir ağızdan bağırıyorlardı:

-İntikam!

-Kureyş'in intikamı alınacak, intikam..

-Lat bizimle, Menat bizimle, Uzza bizimle..

......

Allah düşmanları, Medine üzerine böyle mağrurane yürürken Mekke'de bir şahıs, bütün olup bitenleri, asker sayısını, silah sayısını ve her şeyi kaleme alarak Son Peygambere bir mektup yazdı....kimdi bu hayırlı adam?

Bu adam, Sevgili Peygamberimiz'in amcası Abbas bin Abdülmuttalib radıyallahü anh. Bedr cengi sırasında esirken müslüman olan ve bunun üzerine Peygamberimizin emri ile Mekke'ye geri dönen; ancak imanını açığa vurmasına izin verilmeyen ve Mekke'deki hadiseleri Medine'ye haber vermekle vazifelendirilen sahabi.

Hazreti Abbas, mektubu yazıp bitirdikten sonra kapatıp mühürledi ve Gıfaroğulları kabilesinden bir kimseyi ücretle tutarak emaneti kendisine teslim ve sıkı sıkıya tenbih etti:

-Bu mektubu en geç üç gün içinde Yesrib'e götürerek Ebülkasım'a vereceksin. Bu da fazlasıyla ücretin.

İşte Sevgili Peygamberimizin, Hazreti Abbas'ın Medine'ye taşınmasına izin vermemesindeki sır.

...

Resulullah Efendimizi Medine'de bulamayan Ulak, Kuba'da mescidden çıkarken gördü ve mektubu teslim ederek yanlarından ayrıldı. Peygamberimiz mektubu Übeyye bin Kâb radıyallahü anh'a okuttuktan ve mevzuunu kimseye bahsetmemesini emrettikten sonra Sa'd bin Rebi radıyallahü anh'ın evine gittiler ve bu sahabi ile gelen haberi konuştular... Hazreti Abbas'ın yazdıklarını Efendimiz Hazreti Sa'd'e bahsederken Sa'd'in hanımı da işitmiş...bu sebeple haber kulaktan kulağa fısıldanarak kısa zamanda yayıldı.

Peygamberimiz, derhal Medine merkezine döndüler... Hemen şehir çevresindeki nöbetçi sayısı takviye edildi, Sa'd bin Muaz ve Usseyid bin Huzeyr, bir manga askerle Peygamber Efendimizin evinin etrafında nöbet tutmaya başladılar.

...ve sür'atle cihad hazırlığına başlandı.

Haber, Peygamberimizle müslümanların neş'elerini gölgelemiş; buna karşılık yahudi ve münafıkları sevindirmişti.

Bu sırada düşman ordusu, Zülhuleyfe Vadisi'ne kadar gelerek burada mola verdi...asker ve imkân çokluğuna güvenen küffar, vur patlasın çal oynasın bir taşkınlık içinde eğleniyordu.

...

İslâm istihbarat birimleri, müşrik ordusunun Zülhuleyfe'ye kadar gelerek burada konakladıkları haberini Allah Resulüne yetiştirdiler.

Peygamberimiz, hemen Enes bin Fadale ve Musa bin Fadale radıyallahü anhüm isminde iki kardeş kahramanı casusluk faaliyeti için Zülhuleyfe'ye gönderdiler. Eluta'ya kadar giden iki gencin getirdiği haberler iyi değildi. Mekke ordusu, binleri bulan at ve develeri Medine tarlalarının bulunduğu Urayz'da ekili dikili yerlere salmış ne varsa ezip telef ediyorlardı..

Efendimiz, bir de Habbab bin Münzir'i gönderdiler.

Habbab radıyallahü anh'ın getirdiği malûmat, Abbas bin Abdülmuttalib ve kendisinden önce aynı işle vazifelendirilenlerin verdikleri malumatı doğruluyordu.

Peygamberimiz:

-Hasbunallah ve ni'mel vekil, dediler.

......

Uhud, Medine yakınında bir dağ ismi...başka dağ silsilelerinden ayrı ve kopuk. Yalnız, tek başına bir dağ....bu sebeple kimbilir kaç asır öncesinden halk ona "Uhud Dağı" demiş. "Yalnız Dağ" yani... Medine'yi bekleyen sadık bir nöbetçi gibi dünyanın varoluşundan beri olduğu yerde heybetle yükselip duruyor...sanki ihlas suresini okuyan bir ulu mü'min.

İşte Sevgili Peygamberimiz'in O'nun hakkında buyurdukları:

-Uhud öyle bir dağdır ki; O bizi sever, biz de onu severiz.

Kaçıncı bin kere olduğu gibi Hicri üçüncü yılın Şevval ayı onuncu Perşembe günü, güneş, bir akşam yine dağlar gerisine süzülürken Uhud Dağı, önce kül rengine, sonra koyu karanlığa sarındı. Karanlık, dağdan ovaya doğru tonlarını çoğalta çoğalta koyulaşırken yatsı namazı çoktan kılınmış ve Medine, uykuya çekilmişti.

......

...ay, bir kocaman nur gibi yükselirken; Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bir rüya görüyorlardı.

.....

Efendimiz, ertesi sabah, namazı kıldırdıktan sonra mesciddeki eshabına bu rüyadan bahsettiler:

-İnşallah hayırdır; bir rüya gördüm.

Bütün mü'minler daha bir toplandı ve sanki nefes alamaz oldular. Efendimiz devam buyurdular:

-Bir sığır boğazlandığını gördüm. Sonra bir koç getirdiler. Zülfikar'ı savurdum, ağzı yere çalındı ve kılıcın ağzında bir çentik açıldı. Ben, zırhlıydım. Sonra ellerimi de zırhın içine aldım.

-Hayırdır inşallah ya Resulallah! Ancak, biz, rüyayı anlayamadık. Lütfen siz tabir eder misiniz?

Eshabın arzusu üzerine Peygamberimiz, rüyayı açıklarken bütün herkes büyük bir dikkatle kendisini dinliyorlardı:

-Sığırın boğazlanması, bir çok insanın öleceğine; Zülfikarın ağzında açılan çentik, yakın akrabamdan birinin şehid olacağına ve benim yaralanacağıma, koç düşmana, üzerimdeki zırh, Medine kalesine; ellerimi zırhın içine almam Medine'nin müdafaaya elverişli bir yer olduğuna işaret.

Rüya tekrar tekrar hayra yorularak cemaat dağıldı.

.......

Kâfir ordusu, Zülhuleyfe'de üç gün kaldıktan sonra buradan hareket ederek Ebva'ya geldi; müslümanların gözünde ayrı bir yeri olan mubarek Ebva'ya. Zira Resulullah Efendimiz'in anneleri ve hepimizin aziz anneciği Amine Hatun radıyallahü anha bu topraktaki cennet bahçelerinde idi.

Hazreti Amine'nin Ebva'da medfun olduğunu bilen kâfirlerden biri, ilkel bir teklifte bulundu:

-Ya Eba Süfyan!

-Söyle ya yiğit.

-Bilir misin Muhammed'in anasının kabri buradadır.

-Bilirim. Bir diyeceğin mi var?

-Var...diyorum ki, Amine'nin kabrini açarak kemiklerini yanımıza alalım.

Ebu Süfyan ve dinleyen herkes şaşırdı.

-Eee!

Konuşan, sözlerine devam etti:

-Şayet mağlub olursak bu kemikleri verip esir kadınlarımızı kurtarırız.

-Ya mağlub edersek?

-O zaman da müslümanlardan hayli yüklüce bir para koparttıktan sonra kemikleri yine iade ederiz.

Ebu Süfyan sordu:

-Sözün bitti mi?

-Evet bitti.

-Fakat hiç de hoş bir teklif yapmadın. Bilmez misin ki Beni Bekr ve Huzza kabileleri Muhammed'in dostlarıdır. Biz, böyle bir şey işlersek, onlar da bizim namlı ölülerimize aynıyla mukabele ederler.

...adam alı al, moru mor oldu ama iblise taş çıkartan bu adi teklif de tatbik imkânı bulamadı. Şükür ki bulamadı.

......

...düşman geliyordu. İslâm haberalma teşkilatı, Kureyşlilerin seyri hakkında merkeze sürekli haber aktarıyordu. Mü'minler hazırolda ve tetikte idi. Bin canları olsa binini de aşkla ve tekrar tekrar dinleri ve Resulleri uğruna vermeye bir kere daha hazırdılar... Şimdi bir savaş şekli tesbiti gerekiyordu. Gelen düşmanın karşısına nasıl çıkmalı? O'nu Medine kalesinin dışında mı karşılamalı? Yoksa şehre girişine izin vererek sokak sokak bir müdafaa harbi mi yapmalı?

Yani bir meydan muharebesi mi? Bir müdafaa harbi mi? Evet nasıl? Bu savaş için hangi yol seçilmeli?

...kendileri rüyalarındaki zırh yani Medine işareti sebebiyle şehirde kalarak müdafaa harbi yapılmasını tercih ediyorlar.

Efendimiz, eshabı ile istişare ettiler. Eshabın önde gelenlerinden, Hazreti Ebubekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Sa'd bin Muaz ve diğerleri sokaklara barikatlar kurulduktan sonra düşmanın beklenmesini, kaleden girdiklerinde damlardan, evlerden, sokak gerilerinden üzerlerine taş, mızrak, kılıçlarla saldırarak imha yolunun seçilmesini teklif ettiler.

...ama ya genç sahabiler?

Bedr'de bulunamamış; Bedr'in faziletini, üstünlüğünü, O'nun nasıl bir nimet olduğunu Peygamberimizden her işittiklerinde bu fırsatı kaçırmış olmalarına dövünen çağlayan imanlı gençler?

Genç sahabiler, düşmanın Medine dışında karşılanmasını ve göğüs göğüse bir meydan savaşı yapılmasını; müdafaa değil; taarruz yolunun seçilmesini istiyorlardı.

Efendimiz Abdullah bin Ubey'e de fikrini sordular:

-Ya Abdullah bin Ubey! Sen ne diyorsun?

-Sizin gibi düşünüyorum ya Resulallah. Medine kalesinden dışarı çıkmayalım. Zira biz, cahiliyet zamanında dışarı çıkarak yaptığımız her harbi kaybettik. Ama yerimizden ayrılmadığımız her defasında da düşmanı yendik. Şöyle hareket edelim derim:

Genç-ihtiyar, muhacir, ensar, bütün müminler daha da dikkat kesildiler. Abdullah bin Ubey:

-Kadın ve çocukları hisarlara yerleştirdikten sonra biz, şehir meydanında düşmanı bekleyelim. Mekkeliler içeri girince her taraftan üzerlerine saldıralım.

...

Buna mukabil Sevgili Peygamberimizin sevgili amcası Hamza bin Abdülmuttalib radıyallahü anh, Sa'd bin Ubade radıyallahü anh, Numan bin Melik radıyallahü anh ile Evs ve Hazreç kabilelerinden bir çok kimseler ise genç sahabilerin içtihadındaydılar.

Emsalsiz yiğit Hazreti Hamza, Mekke dışına çıkarak düşmanla dişe diş bir mücadelenin en ısrarlı taraftarıydı:

-Ya Resulallah! Şayet biz, Medine kalesinden harice çıkmazsak; kâfirler, bu hareketimizi acz ve korkaklık sanarak cesaret kazanabilirler. Halbuki Allahü teâlâ, sana Bedr meydanında bir avuç müslümanla muhteşem bir zafer lutfeyledi. Üstelik biz, bugün Bedr'e nazaran hem insan; hem techizat bakımından daha kuvvetliyiz.

Gençler, Hazreti Hamza'yı desteklediler:

-Evet ya Resulallah! Biz Bedr'den mahrum kalanlar olarak nice zamandır böyle bir fırsatı gözlüyorduk; şehrin dışına çıkıp Allah ve Resulünün düşmanları ile göğüs göğüse vuruşalım..

İnsanlığın zirvesi; sabırda da cesarette de zirve Büyük Peygamber, Malik bin Sinan'dan görüşünü sordular:

-Senin fikrin nedir; ya Malik bin Sinan?

İhtiyar mü'min, derin bir edeble cevap verdi:

-Ey Allah'ın Resulü! Her iki yol da güzel. Hangi yolu tensip buyurursanız; seçtiğiniz yolu cana minnet sayarız. Umarız ki mü'minler, zafer kazanır; biz de inşâallah şehid oluruz.

Hazreti Hamza, yalçın gri kayalık zirveler kendisine dar gelen bir heybetli kartal gibiydi. Bir kere daha söz aldı:

-Ya Resulallah! Sana Kur'an gönderen Allah hakkı için söylüyorum; küffara kılıç vurmadıkça orucumu açmayacağım!

Mubarek, bir ân evvel çarpışmak için bu kadar istekliydi. Hazreti Hayseme, Hazreti Hamza'yı destekledi.

-Hamza doğru söyler ya Resulallah! Kureyş kabilelerden asker toplayarak üstümüze gelir ve biz de onlara karşı müdafaada kalırsak; yarın daha başka kâfirler de bundan cesaret alarak Medine'yi basmaya teşebbüs ederler. Ben düşmandan çekinmiyorum. Öldüreceklerim mü'minler için kârdır; ölmem kendim için. Bedr'e kur'a kendisine çıktığı için oğlum gitti ve şehid oldu; bu defa da inşâallah ben şehid olurum.

...vaziyet anlaşılmıştı. Çoğunluk, Medine-i Münevvere dışında düşmanla savaşılmasından yanaydı. Efendimiz, bu fikirde olmamakla birlikte ekseriyetin görüşüne uydular.

......

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, o gün Cuma hutbesinde eshabına buyurdular ki:

-Düşman karşısında şartlara sabr eder ve bulunduğunuz yerden ayrılmazsanız zafer sizindir.

Evet, Resulullah Efendimiz mücahidlere zaferin şartlarını sayıyorlardı: Sabır ve emre itaat.

......

O gün ikindi namazını da kendileri kıldırdıktan sonra odalarına geçtiler. Hazreti Ebubekr ve Hazreti Ömer de yanlarında idi. Efendimiz, iki yakın dostunun da yardımı ile üzerine zırhını, başına imamesini giydi:

...bu sırada mü'minler dışarıda bekliyorlar.

Evs kabilesinin reisi ve Ensar'ın büyüğü Sa'd bin Muaz ve Usseyid bin Hudayr radıyallahü anhüma kalabalığa seslendiler:

-Sabırlı olup mübalağalı isteklerden sakınınız. O sallallahü aleyhi ve sellem, vahiyle hareket etmektedir. Size yakışan şu ki, iradesine müdahele etmeden Resulullah'a kayıtsız şartsız itaat etmektir.

Bu sözler, dinleyenlerin kalbini şöyle bir sızlatıp geçti. Herkesin vicdanı bir suale cevap arıyordu. "sakın ola ki haddi aşmış olmayalım! O'nu incitmiş olmayalım!!" Eshab, bu duyguların sancısında iken iki cihan güneşi kapıda göründüler. Üzerlerinde zırhları, sırtlarında kalkanları, bellerinde meşin kuşağı ve ellerinde kılıçları zülfikâr vardı.

Müslümanlar, Resul aleyhisselamı böyle görünce pişmanlık hissi kalblerine bir taş gibi oturdu...

-Keşke Medine haricine çıkalım demeseydik!

Diye mırıldandılar. Bir sahabi söz aldı:

-Ey Allah'ın Resulü! Sizin istemediğiniz bir şeyi yapmak bizim ne haddimize! Yüksek ve şerefli tercihiniz her ne ise biz ona uyarız...

...ama geç kalınmıştı. Efendimiz, buyurdular ki:

-Ben burada; Medine'de kalalım dedim. Fakat ekseriyet aksi kanaatte ısrarlı oldular!.. Ve ardından bir muazzam hakikati dile getirdiler:

-Bir Peygamber, zırhını giyip, silahını kuşandıktan sonra düşmanla cihad etmeden onları üzerinden çıkarması layık mıdır? Allahü teâlâ'nın hükmü her ne ise o zuhur eder.

...ve bir kere daha nasihat ettiler. Eshabdan çıt çıkmıyordu:

-Eğer sözümü dinler ve sabreder ve birbirinizden ayrılmazsanız zafer sizindir.

Ve sonra üç sancaktan Evs sancağını Sa'd bin Ubeyde'ye, Hazreç Sancağını, Hubbab bin Münzir'e, Muhacirlerin sancağını da Ali bin Ebi Talib'e verdiler. Ve....

Evet ve Cuma günü ikindiden sonra yerlerine Abdullah bin Ümmü Mektum'u vekil bırakarak Uhud Dağı'na doğru hareket ettiler. Nescin denilen yere vasıl olunca Kahraman Peygamber, orduyu teftiş ettiler. Yaşı küçük olanlar vardı. Bunların Medine'ye dönmelerini buyurdular.

"Çocuk" denilecek kadar küçük bu mücahidler, şunlardı: Abdullah bin Ömer, Zeyd bin Sabit, Üsame bin Zeyd, Bera bin Azib, Es'ad bin Zübeyr, Avane bin Evs, Ebu Said-i Hudri, Rafi bin Malik ve Semürret bin Cündeb.

Bunlardan Rafi, ayak parmakları ucuna kalkarak uzun boylu görünmeye çalıştıysa da, yine de gitmeyeceklerin arasına ayrıldı.

Zübeyr radıyallahü anh, bu durumu farkettiği için:

-Ya Resulallah! Rafi küçük sayılmaz; düşmanla mücadele edebilir. Güzel de ok atar. Gazaya iştirakini arz ediyorum.

Diyerek yaşı küçük, yüreği mangal gibi olan bu gence yardımcı oldu. Bir sahabi bir başka sahabiye himmet ve şefaat eder de Peygamberimiz "hayır" derler mi? Kabul buyurdular. Rafi muradına kavuştu...ama bu defa başka bir şey daha çıktı ortaya. Semüret bin Cündeb, Rafi'ye müsaade edildiğini görünce kendisine de izin alması için üvey babası Meri radıyallahü anha yalvardı:

-Babacığım, güreşsek ben O'nu yenerim. Fakat Rafi, cihada gidiyor; ben Medine'ye dönüyorum. N'olursun lütfen Resulullah'a bu gerçeği arz et..

Meri, vaziyeti arz etti. Efendimiz, gençlerin güreşmelerini irade buyurdular. Rafi ve Semüret tutuştular. Rafi onüç; diğeri de belki onbeş yaşında. Efendimiz ve eshab, güleç yüzlerle iki gencin güreşini seyrediyorlar. Hakikaten Semürret, dediği gibi rakibini yendi. Ve tabii savaşa katılma hakkına kavuştu...diğer gençlerse, yaşlı, kadın ve çocukları korumak işinde vazife almak için Medine'ye geri gönderildiler...

...

Peygamberimiz, asker, binek ve techizat mikdarını saydırdılar: İslam ordusu bin kişiydi.. Yüz kişi zırhlıydı. İki at vardı. Atlardan biri Resulullah'a aitti, biri Ebu Bürdeye. Hepsi bu kadar.

...

Sa'd bin Muaz ve Sa'd bin Ubade hazretleri Peygamberimizin atı önünde gidiyorlardı. Yolda islam ordusuna altıyüz kişilik bir yahudi birliği de katılmak istedi. Bunlar Abdullah bin Übey'in müttefikleriydi. Yahudilerden gelen haber Peygamberimize sunulunca buyurdular ki:

-Onlar müslüman oldular mı?

-Hayır ya Resulallah!

-Öyleyse geri dönsünler. Çünkü biz müşriklere karşı kâfirlerin yardımını kabul etmeyiz.

...

...akşam namazı Şeyhayn'da kılındı ve gecenin burada geçirilmesine karar verildi.

Yatsı namazının edasından sonra da ordu istirahate çekildi...dinlenmekte olan Sevgili Peygamberimizin muhafızı Zekfan bin Abdilkays radıyallahü anhtı. Orduyu da elli kişilik bir muhafız bölüğü koruyordu; Efendimiz, bu birliğin kumandanlığına Muhammed bin Mesleme radıyallahü anhı tayin etmişlerdi.

......

Nitekim müşrikler, Zülhuleyfe'ye geldiklerinde müslümanların Şeyhayn'da gecelediklerini haber alınca İkrime bin Ebu Cehil kumandasında bir vurucu öncü kuvveti müslümanların üzerine gönderildiler...düşman fedaileri Harre'ye kadar sokuldularsa da, gerek o yerin sarplığından ve gerekse islâm muhafız bölüğünden dolayı baskına teşebbüs edemeden geri döndüler.

......

Ordu-yı Hümayûn, Cumartesi sabahı namazdan önce Uhud'a geldi.

Sevgili Peygamberimiz, Medine'de kalıp kalmama hususunda çevresindekilerle istişare edip de çoğunluk, "düşmanı şehir dışında karşılayalım" deyince bu fikre itibar etmişlerdi. Halbuki bizzat kendileri Medine kalesinden çıkılmamasını tercih ediyorlardı. Abdullah bin Übey de görüş olarak Kureyşlilerin kale içinde karşılanmalarının doğru olacağını söylemişti...ama bu konuda yüce Allah'dan vahiy gelmediği için Efendimiz, mü'minlerin çoğunluk kararına uymuşlar; fakat Abdullah bin Übey bu bağlayıcı ve üstelik Peygamber tasvibi ile tasdikli kararı bir türlü içine sindirememişti. Bu sebeple Uhud'a kadar geldiyse de burada zehrini kustu ve münafıklığını/dışı müslüman içi kâfir olan gerçek yüzünü belli etti ve kavminden kendisine tam bağlılarla diğer münafık ve şüphe içinde olanları ayarttı.

Abdullah bin Übey diyordu ki:

-Ey arkadaşlar! Muhammed bu kadar ciddi ve hayati bir meselede bizim değil; hatta kendisinin de değil; hiç bir savaş tecrübesi olmayan; hevesleri, akıllarını örtmüş tıfılların dediklerine kıymet verdi. Şimdi burada yanlış bir karar uğruna boşu boşuna ölmemizin bir manası var mı? Hayır yok! Hayatımızı ortada mı bulduk?

Yardakçıları O'nu desteklediler:

-Yaa doğru diyor tabii. Niye Medine'yi terk ettik?

-Evet yanlış iş yapılıyor.

Ve Abdullah bin Übey, kendisine "baş münafık" dedirtecek cür'eti gösterdi:

-Medine'ye dönüyoruz. Haydi yürüyün.

...tam üçyüz kişi Medine'ye döndüler. Sureta Medine'ye, aslında cehenneme...

Evs kabilesinden Hariseoğulları ile Hazreç kabilesinden Selimeoğulları liderlerinin bu davranışı ile bir an sarsıldılarsa da Cenab-ı Hak kalblerine kuvvet vererek onları ebedi felaketten korudu.

Bu hareketle islâm ordusu bir ânda bin kişiden yediyüz kişiye düştü..

Evet ordumuz; üçte bir kuvvetini kaybetmişti ama; aslında bu bir kayıp değil arınmaydı. Allah'ın dinine hizmet her kula nasip olmayacağına göre çürükler aradan ayıklanmış, geriye halis müslümanlardan kurulu bir iman ordusu kalmıştı.

Buna rağmen Selimeoğullarından Abdullah bin Amr, Medine'ye geri gidenlerin arkalarından koşarak onları caydırmaya çalıştı:

-Ey kavmim! Geri dönün! Size çocuk ve kadınlarımızı nasıl korursak Peygamberi de öyle koruyacağımıza dair Akabe'de verdiğimiz sözü hatırlatırım.

Başmünafık, bu sözler karşısında yalana sığındı:

-Kureyş'le Muhammed arasında bir muharebe olacağına inanmıyorum.

...

Abdullah bin Amr ne kadar uğraştıysa da bir şey yapamadı ve mücahidlerin yanına geldi. Sevgili Peygamberimiz, buyurdular ki:

-Ateş gümüşün kirini-pasını nasıl temizlerse; Medine de muhakkak ki bütün kötülükleri öylece temizleyecektir.

...mü'minlerle münafıklar böylece ayrılmış oluyorlardı. İnen ayetler de bunu açıklıyordu.

Bilal-i Habeşî, ezan ve kamet okudu. Mü'minler, Sevgili Peygamberimizin arkasında silahları üzerinde olduğu halde cemaatle sabah namazlarını kıldılar. Resulullah imamesinin üzerine bir tolga ve zırhının üzerine bir zırh daha giyindi.

Ordu, Efendimizin emri ile sırtını Uhud Dağı'na verdi.

Peygamberimiz Orduyu harp nizamına soktular: Sağ kanat komutasını Ukaşe bin Muhsan'a, sol kanat komutasını Ebu Seleme bin Abdil Esed'e ileri hat komutasını Ebu Ubeyde bin Cerrah ve Sa'd bin Ebi Vakkas'a, ardçı komutanlığını da Mıkdat bin Amr'a verdiler. Mubarek Peygamberimiz, islâm sancağını da kendi elleri ile Mus'ab bin Umeyr'e teslim ettiler. Parola "öldür" kelimesiydi.

...tam bu sırada Medine tarafından birinin koşarak gelmekte olduğu görüldü. Yaklaştığında gelenin bir gece önce Abdullan bin Ubey'in kızı Cemile ile evlenen Hanzala bin Ebu Süfyan olduğu anlaşıldı. Cumartesi sabah orduya katılmak için Peygamberimiz'den müsaade alan aziz sahabi, bu sebeple kan-ter içinde cihada yetişmişti...

Mücahidlerin yüzü Medine'ye bakıyordu. Ordunun solunda bulunan Uneyn Tepesinde bir geçit vardı. Küffar buradan bir çevirme hareketi yapabilir endişesi ile Resulullah Efendimiz, Abdullah bin Cübeyr komutasında elli kemankeş/okçu neferi geçidi beklemek için vazifelendirdiler ve sıkı sıkıya talimat verdiler:

-Ey mücahidler! Sizin vazifeniz bu geçidi bekleyerek düşmanın bizi arkadan vurmalarına mani olmaktır. Eğer müşrik atlıları geçidi aşmak isterlerse; üzerlerine ok yağdırınız. Oklara karşı at süremezler. Biz aşağıda galip de gelsek; mağlub da olsak yerinizden kıpırdamayınız. Hatta yırtıcı kuşların cesetlerimizi parça parça ettiklerini görseniz bile buradan asla ayrılmayınız. Müşrikleri bozguna uğratıp ayaklarımızın altında ezdiğimizi görseniz dahi size bir haberci göndermedikçe burayı terketmeyiniz.

......

AnaSayfa ................... Cilt-11

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder